27 Ekim 2016 Perşembe

Türkiye’de Yaşanan Akademik Soykırım ve Kuzuların Sessizliği

Türkiye’de Yaşanan Akademik Soykırım ve Kuzuların Sessizliği*
Türkiye 15 Temmuz 2016’da “garip ve sıradışı” bir darbe girişimi yaşadı. Ancak sanıldığı gibi darbe başarısız olmadı, bilakis darbe fazlasıyla başarılı oldu ve Erdoğan ve ekibi istedikleri bütün icraatlarını yapacak ortamı elde ettiler. Zaten böyle garip bir darbe girişimi de ancak bunun için yapılabilirdi. Gelin bunun son iki yıldaki kısa geçmişine bakalım. Erdoğan ve müttefikleri 15 Temmuz Darbesinden çok önce üniversitelere yönelik icraatlarına başladılar ve adım adım vites yükselttiler. Daha Cumhurbaşkanlığının ilk aylarında YÖK Başkanı Prof. Çetinsaya’yı görevinden aldı ve yerine kendisine daha itaatkar olacağını varsaydığı Prof. Yekta Saraç’ı atadı. Bu dönemde bazı rektörler basit gerekçelerle görevden alındılar ve akademya için 2016’nın ilk aylarından itibaren çember daralmaya başladı. Hedefte Hizmet Hareketine yakın olduğu varsayılan 15 üniversite ve bütün üniversitelerde çalışan ve Hizmet Hareketine sempatisi olduğu varsayılan akademik ve idari personel vardı.
Hedefe konan 15 vakıf üniversite yandaş ve tetikçi kalemler tarafından açıkça hedef gösterildi ve YÖK Başkanı tehdit edilerek gereğini yapması için göreve çağrıldı. Ancak eldeki kanunlar ve yönetmelikler bu konuda YÖK’e sınırlı yetkiler veriyordu. Bu problem Sulh Ceza Hakimliklerinin olağanüstü kıvrak yorumları ile aşılmaya çalışıldı. Burada da diğer alanlardaki kayyım uygulaması ile paralel bir seyir takip edildi. Ardı ardına bu üniversitelerin kurucu vakıflarına kayyım atanmaya başlandı. Kayyımlar önce vakıf yönetimine el koydular sonra da üniversitenin mütevelli heyetini hukuksuz şekilde görevden aldılar. Yeni oluşturdukları üniversite mütevelli heyetleri de (ki kayyımlar kendilerini de genellikle bu heyete koymayı ihmal etmediler) üniversite rektörünü ve dekanları görevden aldı. Bu uygulamalar atanan kayyım heyetinin kalitesi ve yaklaşımına göre farklı şekillerde cereyan etti. Sureta hukuka uydurulmaya çalışılan bu uygulamalarla neredeyse hedefteki bütün üniversitelere el konmuş olmasına rağmen Reis ve çevresi asla tatmin olmadı. Demek ki bu kurumları tamamen yok etmek istiyorlardı ve bu da çok zaman gerektiren bir süreçti.
Ne tesadüftür ki bu sırada 15 Temmuz Darbe kalkışması “Allah’ın bir lütfu olarak” imdatlarına yetişti. Aslında içerde ve dışarda çok sıkışmışlardı ve darbe sonrası yaptıklarını darbe öncesinde yandaş kalemleri madde madde sayıyorlardı. Mesela “15 üniversite kapatılacak, üç bin kadar subay ordudan atılacak, beşbin hakim/savcı görevden uzaklaştırılacak vs.” diye yazıp çiziyorlardı. Darbe teşebbüsü ile tam da bunlara imkan sağlayan bir ortam doğdu. Artık bir kısım muhalefetin de koşulsuz desteği ile Olağanüstü Hal İlan edildi ve tarihte hiç örneği görülmeyen Kanun Hükmünde Kararnameler çıkarılmaya başlandı. Sanki bu üniversiteler darbe yapmış yada darbeyle en küçük bir ilgileri varmış gibi bir gecede binin üzerinde okulla beraber 15 üniversiteyi kapatıp yok ettiler. Bu uygulamalar maalesef hız kesmeden devam ediyor.  En eski ve köklü olanı Fatih Üniversitesi kuruluşunun 20. Yılında Türkiye’nin en itibarlı vakıf üniversitelerinden biri idi. Türkiye’de en yüksek oranda yabancı öğrencisi olan üniversite idi, adeta Birleşmiş Milletlerin küçük bir numunesi olan bu kurum Karakuşi bir kararla yok edildi. Kapatılan üniversitelerin toplam olarak 65 bin öğrencisi ve onbinlerce çalışanı vardı. Bu kurumlarda çalışan akademik ve diğer personel hiçbir kanuni hakkı ödenmeden kapıya konuldu. Ardından bunların bir kısmı cadı avına maruz kaldı, gözaltına alındılar ve bir kısmı tutuklandı.
Darbe sonrasındaki pazartesi günü YÖK Türkiye’deki bütün üniversitelerdeki bütün dekanları istifa ettirdi. Gözden çıkardıkları hariç bütün rektörleri darbeden sonraki pazartesi Ankara’ya çağırarak talimatlarını verdiler. Bu talimatlarda Hizmet Hareketi ile ilgili olduğu düşünülen kişilerin hızla fişlenmesi ve açığa alınması vardı. Zaten aynı gün dört rektörü görevden aldılar ve ardından bunların üçü gözaltına alındı. Yaklaşık iki sene önce dönemin Başbakanı’nın “yapacağız” dediği cadı avı istediği kıvama ulaşmış oldu. Türkiye’de resmi rakamlara göre kamu üniversitelerinde çalışan 4500’den fazla akademik personel açığa alındı ve bunlar peyderpey gözaltına alınmaya başlandı. Şu ana kadar bunlardan binlercesi gözaltına alındı. Gözaltına alınan birçok öğretim üyesi tutuklandı. Bu rakamlar her geçen gün arttığı için kesin sayı vermek mümkün olmamaktadır. Tutuklama gerekçeleri “darbeye teşebbüs, terör örgütü üyeliği” olarak gösterilmektedir. Hukuki açıdan bu kişilerin nasıl darbe teşebbüsünde bulunduğu açıklanamamakta, sadece bir kişinin bile “bu cemaattendir” demesi yeterli delil kabul edilerek tutuklamalar yapılmaktadır. İnsanlar sadece düşünceleri nedeniyle “terörist” muamelesine maruz kalmaktadır.
Başta CHP ve MHP olmak üzere sözde muhalefet olduğunu iddia eden çevreler bu hukuksuzluklara destek olmaktadır. Bütün solcu/laikçi/bölücü medya Hizmet Hareketine yapılan her hukuksuzluğu tasdik etmekte yarışmaktadır. Oysa “suçun şahsiliği” ve “masumiyet karinesi“ en temel hukuk kuralıdır ve en ilkel toplumlarda bile bir esastır. Bu darbenin Hizmet Hareketi tarafından yapıldığını, bu nedenle hizmete sempatisi olan herkesin bu muameleyi hak ettiğini iddia edenlere çok basit bir soru sormak yeterlidir. Acaba bu darbeciler Atatürkçü olsalar bütün Atatürkçü akademisyenleri işten atmak ve gözaltına almak mı gerekecekti? Kendileri buna onay verecekler miydi? Moğolların yada yamyamların Türkiye işgal ettiğini düşünsek bile herhalde onlar en son üniversite hocalarını gözaltına alırlardı. Tarih boyunca bütün zalimler ve zorbalar fikirlerden ve fikir üretenlerden korkarlar. Şimdi de tiran olmaya yeltenen birisi aynı yolu izliyor ama sonuç gene değişmeyecek.

Fikirler zorla yok edilemez. Hizmet Hareketi’nin bir darbeye kalkışması yada darbeyi desteklemesi asla söz konusu olmadığını herkes bilir. Kaldı ki darbeye kalkışanları kimse savunmuyor ve darbeyle hiç alakasız insanların gözaltına alındığı ve tutuklandığı aşikar iken en tarafsız olduğunu iddia eden medya organları bile “darbe soruşturması” diye başlık atıyor. Asıl üzücü olan hukuksuzluklara destek olmak hususunda bu kadar ilkel bir yaklaşım gösteren sözde demokrat çevrelerin durumudur. Bölücü veya solcu fikirlerinden dolayı açığa alınan bir akademisyen için “cadı avı” başlığını atanların diğerlerinin tutuklanması karşısında için tek kelime eleştiri getir(e)memesi çifte standardın daniskası olarak kayıtlara girmektedir. Demek ki Türkiye’de hala herkes kendine demokrat olma noktasında duruyor. Umarım ki ileride bu yaptıklarından utanma fırsatı bulurlar ve onayladıkları bu hukuksuzluklar kendi başlarına da gelmez. Zira onları savunacak hiç kimse bulunamayabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder