Türkiye’de Yaşanan
Akademik Soykırım ve Kuzuların Sessizliği*
Türkiye 15 Temmuz 2016’da “garip ve sıradışı” bir darbe
girişimi yaşadı. Ancak sanıldığı gibi darbe başarısız olmadı, bilakis darbe
fazlasıyla başarılı oldu ve Erdoğan ve ekibi istedikleri bütün icraatlarını
yapacak ortamı elde ettiler. Zaten böyle garip bir darbe girişimi de ancak
bunun için yapılabilirdi. Gelin bunun son iki yıldaki kısa geçmişine bakalım. Erdoğan
ve müttefikleri 15 Temmuz Darbesinden çok önce üniversitelere yönelik icraatlarına
başladılar ve adım adım vites yükselttiler. Daha Cumhurbaşkanlığının ilk
aylarında YÖK Başkanı Prof. Çetinsaya’yı görevinden aldı ve yerine kendisine
daha itaatkar olacağını varsaydığı Prof. Yekta Saraç’ı atadı. Bu dönemde bazı
rektörler basit gerekçelerle görevden alındılar ve akademya için 2016’nın ilk
aylarından itibaren çember daralmaya başladı. Hedefte Hizmet Hareketine yakın
olduğu varsayılan 15 üniversite ve bütün üniversitelerde çalışan ve Hizmet
Hareketine sempatisi olduğu varsayılan akademik ve idari personel vardı.
Hedefe konan 15 vakıf üniversite yandaş ve tetikçi kalemler
tarafından açıkça hedef gösterildi ve YÖK Başkanı tehdit edilerek gereğini
yapması için göreve çağrıldı. Ancak eldeki kanunlar ve yönetmelikler bu konuda
YÖK’e sınırlı yetkiler veriyordu. Bu problem Sulh Ceza Hakimliklerinin
olağanüstü kıvrak yorumları ile aşılmaya çalışıldı. Burada da diğer alanlardaki
kayyım uygulaması ile paralel bir seyir takip edildi. Ardı ardına bu
üniversitelerin kurucu vakıflarına kayyım atanmaya başlandı. Kayyımlar önce
vakıf yönetimine el koydular sonra da üniversitenin mütevelli heyetini hukuksuz
şekilde görevden aldılar. Yeni oluşturdukları üniversite mütevelli heyetleri de
(ki kayyımlar kendilerini de genellikle bu heyete koymayı ihmal etmediler)
üniversite rektörünü ve dekanları görevden aldı. Bu uygulamalar atanan kayyım
heyetinin kalitesi ve yaklaşımına göre farklı şekillerde cereyan etti. Sureta
hukuka uydurulmaya çalışılan bu uygulamalarla neredeyse hedefteki bütün üniversitelere
el konmuş olmasına rağmen Reis ve çevresi asla tatmin olmadı. Demek ki bu kurumları
tamamen yok etmek istiyorlardı ve bu da çok zaman gerektiren bir süreçti.
Ne tesadüftür ki bu sırada 15 Temmuz Darbe kalkışması
“Allah’ın bir lütfu olarak” imdatlarına yetişti. Aslında içerde ve dışarda çok
sıkışmışlardı ve darbe sonrası yaptıklarını darbe öncesinde yandaş kalemleri
madde madde sayıyorlardı. Mesela “15 üniversite kapatılacak, üç bin kadar subay
ordudan atılacak, beşbin hakim/savcı görevden uzaklaştırılacak vs.” diye yazıp
çiziyorlardı. Darbe teşebbüsü ile tam da bunlara imkan sağlayan bir ortam doğdu.
Artık bir kısım muhalefetin de koşulsuz desteği ile Olağanüstü Hal İlan edildi
ve tarihte hiç örneği görülmeyen Kanun Hükmünde Kararnameler çıkarılmaya
başlandı. Sanki bu üniversiteler darbe yapmış yada darbeyle en küçük bir
ilgileri varmış gibi bir gecede binin üzerinde okulla beraber 15 üniversiteyi
kapatıp yok ettiler. Bu uygulamalar maalesef hız kesmeden devam ediyor. En eski ve köklü olanı Fatih Üniversitesi kuruluşunun
20. Yılında Türkiye’nin en itibarlı vakıf üniversitelerinden biri idi. Türkiye’de
en yüksek oranda yabancı öğrencisi olan üniversite idi, adeta Birleşmiş
Milletlerin küçük bir numunesi olan bu kurum Karakuşi bir kararla yok edildi. Kapatılan
üniversitelerin toplam olarak 65 bin öğrencisi ve onbinlerce çalışanı vardı. Bu
kurumlarda çalışan akademik ve diğer personel hiçbir kanuni hakkı ödenmeden
kapıya konuldu. Ardından bunların bir kısmı cadı avına maruz kaldı, gözaltına
alındılar ve bir kısmı tutuklandı.
Darbe sonrasındaki pazartesi günü YÖK Türkiye’deki bütün
üniversitelerdeki bütün dekanları istifa ettirdi. Gözden çıkardıkları hariç
bütün rektörleri darbeden sonraki pazartesi Ankara’ya çağırarak talimatlarını
verdiler. Bu talimatlarda Hizmet Hareketi ile ilgili olduğu düşünülen kişilerin
hızla fişlenmesi ve açığa alınması vardı. Zaten aynı gün dört rektörü görevden
aldılar ve ardından bunların üçü gözaltına alındı. Yaklaşık iki sene önce
dönemin Başbakanı’nın “yapacağız” dediği cadı avı istediği kıvama ulaşmış oldu.
Türkiye’de resmi rakamlara göre kamu üniversitelerinde çalışan 4500’den fazla
akademik personel açığa alındı ve bunlar peyderpey gözaltına alınmaya başlandı.
Şu ana kadar bunlardan binlercesi gözaltına alındı. Gözaltına alınan birçok
öğretim üyesi tutuklandı. Bu rakamlar her geçen gün arttığı için kesin sayı
vermek mümkün olmamaktadır. Tutuklama gerekçeleri “darbeye teşebbüs, terör
örgütü üyeliği” olarak gösterilmektedir. Hukuki açıdan bu kişilerin nasıl darbe
teşebbüsünde bulunduğu açıklanamamakta, sadece bir kişinin bile “bu
cemaattendir” demesi yeterli delil kabul edilerek tutuklamalar yapılmaktadır.
İnsanlar sadece düşünceleri nedeniyle “terörist” muamelesine maruz kalmaktadır.
Başta CHP ve MHP olmak üzere sözde muhalefet olduğunu iddia
eden çevreler bu hukuksuzluklara destek olmaktadır. Bütün solcu/laikçi/bölücü
medya Hizmet Hareketine yapılan her hukuksuzluğu tasdik etmekte yarışmaktadır.
Oysa “suçun şahsiliği” ve “masumiyet karinesi“ en temel hukuk kuralıdır ve en ilkel
toplumlarda bile bir esastır. Bu darbenin Hizmet Hareketi tarafından
yapıldığını, bu nedenle hizmete sempatisi olan herkesin bu muameleyi hak
ettiğini iddia edenlere çok basit bir soru sormak yeterlidir. Acaba bu
darbeciler Atatürkçü olsalar bütün Atatürkçü akademisyenleri işten atmak ve
gözaltına almak mı gerekecekti? Kendileri buna onay verecekler miydi? Moğolların
yada yamyamların Türkiye işgal ettiğini düşünsek bile herhalde onlar en son
üniversite hocalarını gözaltına alırlardı. Tarih boyunca bütün zalimler ve
zorbalar fikirlerden ve fikir üretenlerden korkarlar. Şimdi de tiran olmaya
yeltenen birisi aynı yolu izliyor ama sonuç gene değişmeyecek.
Fikirler zorla yok edilemez. Hizmet Hareketi’nin bir darbeye
kalkışması yada darbeyi desteklemesi asla söz konusu olmadığını herkes bilir. Kaldı
ki darbeye kalkışanları kimse savunmuyor ve darbeyle hiç alakasız insanların
gözaltına alındığı ve tutuklandığı aşikar iken en tarafsız olduğunu iddia eden
medya organları bile “darbe soruşturması” diye başlık atıyor. Asıl üzücü olan hukuksuzluklara
destek olmak hususunda bu kadar ilkel bir yaklaşım gösteren sözde demokrat
çevrelerin durumudur. Bölücü veya solcu fikirlerinden dolayı açığa alınan bir
akademisyen için “cadı avı” başlığını atanların diğerlerinin tutuklanması karşısında
için tek kelime eleştiri getir(e)memesi çifte standardın daniskası olarak kayıtlara
girmektedir. Demek ki Türkiye’de hala herkes kendine demokrat olma noktasında
duruyor. Umarım ki ileride bu yaptıklarından utanma fırsatı bulurlar ve onayladıkları
bu hukuksuzluklar kendi başlarına da gelmez. Zira onları savunacak hiç kimse
bulunamayabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder