AKP’nin Üniversite
Karnesi Üzerine Kısa Bir Yolculuk
AKP’nin ülkeye kazandırdıkları ve kaybettirdikleri elbette
tarihe geçecektir. Ama bize düşen de tarihe not düşmek olmalıdır. Tarihi günler
hatta tarihte pek yaşanmayan günler yaşıyoruz. Bildiğimiz kadarıyla tarihte
hiçbir hükümet hatta hiçbir işgal gücü bir gecede 15 üniversiteyi kapatmadı, belik
Hitler bile bir günde binlerce akademisyeni sokağa atmadı ve bunlardan
binlercesini gözaltına aldırıp hapse attırmadı. Bu yönüyle mevcut iktidar elhak
tarihe geçmiştir ve eğer içlerine siniyorsa bununla ne kadar övünseler azdır.
AKP’nin akademyaya verdiği zarar elbette bununla sınırlı değil. İktidara
geldiklerinden itibaren giriştikleri yeni üniversite kurma işini abartarak
Hakkari ve Şırnak’a bile üniversite kurup tek profesörü olmayan fakülteler
açmaları, sonra bu iki şehri il olmaktan çıkarmaya kalkışmaları herhalde başka
fanilere nasip olmaz.
Erdoğan’ın eğitimle başı pek hoş değil ve bu durum kendi
hayat sergüzeştinden gelen bir durum olabilir. Keşke bilmediği bu alanda
bilenlere kulak verseydi. İktidarda oldukları dönemde hayata geçiremedikleri
birçok arzuları oldu ama bu arzular anlaşılıyor ki pek de hayırlı şeyler
değildi.
İktidarının ilk sekiz yılının bir kısmında Cumhurbaşkanı kendi partisinden değildi ve kendisini kısmen dengeleyecek akademik birikimi olan Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener gibi isimler yönetimde etkili idiler. Bu fren mekanizmalarının devreden çıktığı 2011 sonrasında işler hızla çığırından çıktı. 2011 sonrasında yapılan ve tarihte nadirler arasında sayılabilecek icatlardan üniversitelerin payına düşen çok azını irdelemeye çalışalım. Mesela 2011’deki torba yasa ile üniversitelerden öğrencilerin atılmasını tamamen kaldırdılar. Gezi olayları başlayınca zamanın Başbakanı bunu ağır şekilde eleştirdi ve sanki bunu başkası yapmış gibi etrafa saydırıp döktürdü. Bu torba torba kanunlarla bir anda üniversitelerde mevzuat darmadağın oldu ve bütün mevzuatın elden geçirilmesi gerekti. Ama dostlarımız orada da durmadılar. Önceki kanunda bir süre tanıyarak verdikleri aftan yararlanma hakkını sonsuz hale getirdiler. Aradan dört yıl geçtikten sonra bu defa YÖK’ün yönetmeliği ile 2011 öncesinden daha beter sıkı bir düzenlemelere gittiler. Bütün bu düzenlemeleri yaparken sanırım uyuyorlardı veya neyi niçin yaptıklarını bilemez durumdaydılar. Daha önce hiç üniversitede çalışmamış ve dışardan doçentlik almış kişileri profesörlüklerinin ikinci ayında yeni kurulan bazı üniversitelere rektör yaptılar. Üniversite hastanelerini düşman kuruluşlar gibi algılayan bir Sağlık Bakanı vardı ve yapılan uygulamalar nedeniyle birçok üniversite hastanesi battı, bazıları Sağlık Bakanlığına teslim oldu, afiliasyon denen garip bir uygulamaya razı oldular.
İktidarının ilk sekiz yılının bir kısmında Cumhurbaşkanı kendi partisinden değildi ve kendisini kısmen dengeleyecek akademik birikimi olan Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener gibi isimler yönetimde etkili idiler. Bu fren mekanizmalarının devreden çıktığı 2011 sonrasında işler hızla çığırından çıktı. 2011 sonrasında yapılan ve tarihte nadirler arasında sayılabilecek icatlardan üniversitelerin payına düşen çok azını irdelemeye çalışalım. Mesela 2011’deki torba yasa ile üniversitelerden öğrencilerin atılmasını tamamen kaldırdılar. Gezi olayları başlayınca zamanın Başbakanı bunu ağır şekilde eleştirdi ve sanki bunu başkası yapmış gibi etrafa saydırıp döktürdü. Bu torba torba kanunlarla bir anda üniversitelerde mevzuat darmadağın oldu ve bütün mevzuatın elden geçirilmesi gerekti. Ama dostlarımız orada da durmadılar. Önceki kanunda bir süre tanıyarak verdikleri aftan yararlanma hakkını sonsuz hale getirdiler. Aradan dört yıl geçtikten sonra bu defa YÖK’ün yönetmeliği ile 2011 öncesinden daha beter sıkı bir düzenlemelere gittiler. Bütün bu düzenlemeleri yaparken sanırım uyuyorlardı veya neyi niçin yaptıklarını bilemez durumdaydılar. Daha önce hiç üniversitede çalışmamış ve dışardan doçentlik almış kişileri profesörlüklerinin ikinci ayında yeni kurulan bazı üniversitelere rektör yaptılar. Üniversite hastanelerini düşman kuruluşlar gibi algılayan bir Sağlık Bakanı vardı ve yapılan uygulamalar nedeniyle birçok üniversite hastanesi battı, bazıları Sağlık Bakanlığına teslim oldu, afiliasyon denen garip bir uygulamaya razı oldular.
2011’den sonra AKP çevrelerinde inanılmaz bir yeni YÖK
Kanunu yapma hevesi başladı. Esas amaç üniversiteleri Partinin İl Başkanlığına
bağlı hale getirmekti ve akademik çevrelerden birçok kişi bunun farkında olduğu
için ayak sürüyordu. YÖK’ün hazırladığı taslağı beğenmediler ve kendileri
partiye daha uygun bir tasarı hazırlama işine giriştiler. Bu arada YÖK
üniversitelerden de görüş aldı ama bir türlü “nasıl yapılırsa daha kullanışlı
bir üniversite olacağına” karar veremediler. Sonra anlaşıldı ki Reis kendi
pozisyonunun netleşmediğini düşünerek kanunu sürüncemede bırakmıştı. Nitekim
kendisi Cumhurbaşkanlığına dümen kırınca bu kanun değişikliği işi de rafa
kalktı.
Esas ağır hasar 17 Aralık sonrasında yaşanmaya başladı.
Hizmet Hareketi ile ilgili olduğu düşünülen her şeyi yok etmeye karar veren
Reis ve yeni müttefikleri bütün hukuk kurallarını hiçe sayarak saldırıya
geçtiler. Sonradan kapatılan 15 üniversite de bu tarihten itibaren bundan
nasibini aldı. Başlangıçta YÖK Başkanı Çetinsaya kısmen objektif davranmaya
çalıştı ama O’nun da etkisi ve yetkisi sınırlıydı. Daha önce tamamen hukuk
çerçevesinde hazine veya belediye arazilerini satın alıp bina yapan
üniversitelere bir anda gasıp muamelesi yapılmaya başlandı. Belediye imar
planları keyfi olarak değiştirilerek elden geldiğince üniversiteler engellendi.
17 Aralıktan 1013’den itibaren tam iki buçuk sene yıldırma, engelleme, yok etme
çalışmaları devam etti. Reklam panosu vermemekten üniversitenin bulunduğu semte
belediye otobüsü göndermemeye kadar akla gelen her şey yapıldı. Örnek olarak Fatih
Üniversitesinin her şeyi hazır olan hastane projesi belediye tarafından
defalarca engellendi. Saldırının temposu gün geçtikçe artırıldı. Başta Mevlana
Üniversitesinin Rektörü dahil birçok öğretim üyesi ve daha sonra Şifa
Üniversitesinin Rektörü ve bazı idarecileri saçma gerekçelerle gözaltına
alındı. Bir kısmı tutuklandı. Fatih Üniversitesinin Rektörü gelen dalgayı
hissedip ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Devlet Üniversitelerinde durum bundan farklı değildi. Hizmet
Hareketine yakın olduğu varsayılan ya da bir şekilde AKP’lilerle çatışan,
onların çarkını çevirmeyen rektörler hedefe konuldu. Burada ne hikmetse özellikle
üniversitelerinde bölücü ve sol kadrolarla çatışma yaşayan rektörler öncelikle
ve yoğun şekilde saldırıya uğradılar. Zaten üniversitelerde Hizmetle bir
şekilde teması olmayan muhafazakar da pek yoktu. Kiminin çocuğu kiminin kendisi
bir şekilde Hizmetle temas etmişti. Bir şekilde birisinin çarkını bozan her
yönetici “paralel” oldu ve saldırılardan nasibini aldı. Artık ülkede her şeyin
endazesi bozulduğu için ne kadar menfaatçi, dolandırıcı ve üçkağıtçı varsa
hepsi cemaat-savar rolüne soyunarak üniversitelere saldırmaya başladılar. Rektörler;
“troller, yandaşlar, parti komiserleri ve yalaka iftiracılarla” “vicdanları”
arasında kaldılar. Bütün üniversitelerde akademik kariyerindeki parlak
başarıları ile bir yerlere gelebilen ve biat etmeyenler damgalandı, dışlandı ve
pozisyonlarını kaybettiler.
Şimdi ortaya çıkan manzara tam bir tayfun sonrası enkaz
durumudur. Bu korkunç yıkımın tipik yansıması hiçbir iş yapmamanın en makbul olmasıdır.
Onlarca tıp kökenli profesörün olduğu bir Tıp Fakültesinde dekanlığa tıpçı
olmayan birinin getirilmesi bunun tipik bir örneğidir. Tabii ki akademik
üretimin ne kadar zarar gördüğünü ve Türkiye’nin akademik sıralamalarda
nerelere ineceğini ancak gelecek yıllarda görebileceğiz. Bu dönem
üniversitelerde adım adım “akademinin yok oluşu” olarak işliyor. En iyi
beyinlerini ülkeden kaçıran, işten çıkaran ve hapse atan bir ülkenin atılım
yapmasını nasıl umuyoruz? Herhalde
bizim en önemli problemlerimizden biri hiçbir konuda rasyonel olamayışımızdır. Üniversitelerimizde
de bütün diğer alanlarda da liyakatın esas alındığı günleri görmeyi umut
ediyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder