7 Kasım 2016 Pazartesi

KHK Mağduru İşsiz Akademisyenler Ne Yapabilir?

KHK Mağduru İşsiz Akademisyenler Ne Yapabilir?
Türkiye’de art arda gelen KHK’ler ile işsiz kalan binlerce akademisyen var. Bunların bir kısmı tutuklanmış ve hapse atılmış durumdadır ancak önemli bir kısmı işini kaybetmiş ama özgürlüğünü kısmen de olsa kullanabilmektedir. Kısmen diyorum çünkü bunların bir kısmı tutuklanmamış olsa da maalesef bütün KHK'lılara konulan yurtdışı yasağı ve pasaportlarının da iptal edilmiş olması kanunen ülkeden çıkışı imkansız hale getirmektedir. Elbette bu akademisyenler uğradıkları haksızlıkları gidermek için kanuni yollara başvurmaktadırlar, haklarını geri almaya çalışacaklar ve görünen o ki bu hakların alınması uzun bir süreyi gerektirecektir. Her şeye rağmen hayat devam ediyor ve Türkiye’de akademisyen olarak çalışma imkanı bulamayan veya artık Türkiye’de çalışmak istemeyenler için yurtdışı imkanlarını gözden geçirmek en faydalı yol gibi görülmektedir. Ben yaşanan tecrübelerden ve toplayabildiğim bilgilerden yola çıkarak olabilecek çözüm önerilerini sunmak istiyorum. Bu akademisyenlerin ciddi eğitimi ve bilgi birikimi bulunmakta, çoğunluğu iyi bir yabancı dil bilmektedirler. Bu kişiler çalışma disiplinine de sahiptirle ve bulundukları ülkeye mutlaka katkı sağlayacaklardır.
Yurtdışına çıkabilecek her akademisyen için; mesleğe, ülkeye, kişiye ve duruma göre değişmekle beraber birkaç ay ile birkaç yıl arasında sıkıntılı bir dönem söz konusu olmaktadır. Bu süreyi önceden tam olarak öngörmek mümkün değildir ancak bir kısım parametrelerle tahmin edilebilir. Türkiye’deki işini kaybetmiş ve KHK ile adı kara listeye yazılmış bir kişi Türkiye dışında iş bulup ondan sonra bir şekilde ülkeden çıkış yaparsa gittiği ülkede yaklaşık birkaç ayda işlerini düzene koyup, evini tutup normal hayat şartlarına geçebilir. Örnek olarak KHK ile ilişiği kesilen bir akademisyen başvuru yaptığı bir yabancı üniversiteden yada firmadan işe kabul edildiği takdirde bu ülkeye gidip kısa zamanda düzenini kurabilmektedir. Ancak bu nadir olan bir durumdur diye düşünüyorum, çünkü yaşadığımız darbe teşebbüsü ve onun sonrasındaki büyük kıyımlar daha önceden öngörülemediği için hiç kimse de buna yönelik bir hazırlık yapmış değildi. Gene de malum hadiseden sonra ülkeden çıkan ve kısa zamanda iş bulup düzenini kurabilen akademisyenler olabilmektedir. Akademisyenlik özellikle bazı branşlarda büyük oranda uluslararası bir hüviyette olduğu için birçok mesleğe göre yurtdışında iş bulma imkanı daha kolay olabilmektedir.
Avrupa ülkelerinden özellikle Almanya ve İsveç en fazla rağbet gören ülke durumundadır. Almanya başta olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin tamamında ciddi bir nüfus problemi olduğu için bu ülkeler göçmen kabul etmeyi sürdürmektedir. Bu yönüyle akademisyenler için bu ülkeler kolayca kabul görebilecekleri ülkeler durumundadır. Özellikle Almanya’da ciddi bir hekim açığı olduğu için tıp doktoru olan akademisyenler bu ülkede belgeleri tamamsa ve Almancayı C1 seviyesinde konuşup yazabiliyorsa bir yıl gibi bir sürede tıbbi Almanca yeterliliği sağlayıp hekim olabilme imkanına sahiptir. Almanya’da diploma denkliği için sınava girilebildiği gibi Türkiye’de alınan derslerin detaylı bir dökümü ile de denklik alınabilmektedir. Benzer imkanlar İsveç’te de bulunmaktadır ve hekimler öncelikli olarak kabul görebilmektedirler.
Normal yoldan başvurup kabul alamayan ve yeşil pasaportu iptal edildiği yada olmadığı için Almanya veya İsveç’e normal yollardan ulaşamayan kişiler bir şekilde bu ülkelere ulaşırlar ve uluslararası korunma veya sığınma başvurusunda bulunurlarsa bu ülkelerin kendi iç hukuklarına göre değişen sürelerde sonuçlanan prosedürler devreye girmektedir. Yunanistan ve Batı Avrupa ülkeleri kendilerine başvuran bir Türkü kanunsuz yollardan ülkeye girmiş olsa bile iade etmemektedirler. Avrupa Birliği ülkeleri arasında Dublin Anlaşması denilen bir anlaşma ile bu kişilerin ilk girdikleri ülkede kalması esastır ancak bu her zaman işletilmemektedir. Özellikle Yunanistan’dan giriş yapıp diğer Batı Avrupa ülkelerine ulaşan ve koruma yada sığınma isteyen kişiler Yunanistan’a iade edilmemektedirler. Bir şekilde (kaçak yollarla, transit vize ile geçiş yaparken havaalanından, turist vizesiyle vs.) bu ülkelere ulaşıp korunma/sığınma talep eden bir kişinin sınır dışı edilmesi, hakkında hiçbir kanuni takibat olmasa da, iki yıldan önce asla söz konusu değildir ve yaklaşık bir yıl içinde çalışma izni alabilmektedir. Hakkında takibat olan ve hapse girme ihtimali olan kişiler zaten sığınma hakkını kolayca alabilmektedirler.
Akademisyenler için başka bir çalışma alanı da Türkiye dışındaki Türk üniversiteleri olabilmektedir. Bu üniversiteler daha önce akademik personel bulmakta sıkıntı çektikleri için yeni bölüm açmakta zorluk çekmekteydiler. Yeni dönemde bulundukları ülkelerde ihtiyaç duyulan alanlarda yeni fakülteler ve bölümler açarak çok sayıda akademisyen istihdam etme imkanları olabilecektir. Türkiye’nin baskılarına rağmen birçok ülke mevcut üniversitelerin geliştirilmesini talep etmektedir ve bu da işsiz akademisyenler için oldukça iyi bir çalışma alanı olabilecektir. Bu üniversitelerin hemen tamamının eğitim dili İngilizcedir ve buralarda ders verebilmek için yeterli düzeyde İngilizce bilmek gerekmektedir.
Tıp doktoru akademisyenler için başka bir iş alanı da hekimlik yapabilecekleri ülkeler olabilmektedir. Özellikle hekim sayısının çok az olduğu Afrika ülkelerinde Türkiye’den gidecek doktorlar diploma denkliği problemi yaşamadan kolayca hekimlik yapabilmektedirler. Önümüzdeki dönemde Afrika’da daha fazla hastane açılması ve Türk hekimlerin çalışması beklenmektedir. Benzeri şekilde imkanı olan hekimler/akademisyenler Afrika yada başka ülkelerde açacakları poliklinik veya hastanelerle kendilerine çalışma alanı bulabilir ve bu ülkelerin insanlarını da ciddi hizmetler sunabilirler. Eski Sovyet ülkelerinde de benzeri imkanlar bulunabilmektedir ama bu ülkelerin ek birçok problemleri bulunabilmektedir. Afrika’da özellikle beyaz doktorlar daha revaçta ve orada açılacak küçük poliklinikler bile ciddi paralar kazanabiliyor. Çünkü sağlık hizmeti alacak parası olan da bu hizmete ulaşamıyor.
Son olarak değişik coğrafyalarda yaşayan ve buralardaki akademik çalışma ortamlarını ve imkanlarını bilen okurlarımız düşüncelerini bizimle paylaşırlarsa burada yayınlamaktan memnun olacağım. Bunun da bizi okuyan herkese yeni kapılar açmaya vesile olmasını diliyorum.

4 Kasım 2016 Cuma

Bir Akademisyen Acaba Neden Bu Hallere Düşer?

Bir Akademisyen Acaba Neden Bu Hallere Düşer?

Gazete haberlerinde Gaziantep Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Gür’ün Zirve Üniversitesinden devraldıkları binalarda “yaptığı keşifleri” görünce şaşkınlık ile acıma duyguları arasında gittim geldim. Bir taraftan da düşünmeye başladım, acaba bir insan niçin bu hallere düşer? Hele bu kişi bir tıp doktoru ise, Fizik Tedavi uzmanı olmuş, üstüne bir de akademik kariyer yapmış ve profesör olmuşsa niçin böyle “çocukların bile inanmayacağı” iddialarla kendini gülünç duruma düşürür? Aslında Ali Gür tek örnek değil ama biz onun üzerinden giderek bu durumu tahlil etmeliyiz diye düşünüyorum. Şu ana kadar okuduklarım ve bildiklerimle bu sorunun cevabını bulamadım. İsterseniz Ali Gür’e daha yakından bakalım ve birlikte problemi çözmeye çalışalım.
Kendisini yakinen tanıyanların şehadetine göre Ali Gür başarılı bir tıp öğrencisi olarak Dicle Üniversitesinden mezun olduktan sonra aynı üniversitenin Fizik Tedavi Bölümünde asistan oldu ve belki de hayatındaki en önemli birlikteliklerden birisi burada başladı. Buradaki hocası ve koruyucu meleği Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç idi. Evet şimdi Ali Gür’ün ve eşi Yeni Akit yazarı Mehtap Yılmaz’ın bir kaşık suda boğmaya çalıştığı Prof. Saraç, ihtisasa girdiği tarihten itibaren O’nu belki kendi annesinden daha fazla koruyup destekledi. Öyle ki 28 Şubat’ın soğuk günlerinde adları “irticacılar listesi”nde YÖK’e gitmiş olmasına rağmen Ali Gür’ü yardımcı Doçent kadrosuna aldırmayı başardı. Bununla kalmadı bölümün bütün imkanlarını önüne sererek dil öğrenmesine ve akademik yazı yazmasına destek oldu, akademisyenlikte yükselme imkanlarını altın tepside sundu. Ali Gür tartışmasız şekilde Prof. Saraç’ın prensiydi ve doçentlik sınavında başarılı olması için elinden geleni yaptı.
İnsanlar çabuk unutsalar da her şey hala çok taze ve konunun şahitleri çok olduğu için kısa bir hatırlatma iyi olur. Ali Gür şimdi Fizik Tedavi camiasındaki bir kısım Kemalist ve ulusalcı hocalara genç muhafazakar doktorları gammazlamakla meşgul ama o zamanlar o çevrelere selam bile veremiyordu. Hocası Prof. Dr. Jale Saraç, o zaman başörtüsü yasağı olduğu için elbette başörtülü değildi, ama dindarlığı biliniyordu ve camiasında çarşaflı olduğu şayiaları ile karalanmaya çalışılıyordu. Bütün bunları tezgahlayanlar ise çok da yabancı kişiler değildi, 2000-2008 arasında Dicle Üniversitesinin rektörü olan Prof. Dr. Fikri Canoruç ve eşi Prof. Dr. Naime Canoruç bu işlerin arkasındaki kişilerdi ve Prof. Saraç üzerinden rakibi olan Eski Rektörü karalıyor ve kendileri için rektörlüğe giden yolu açıyorlardı. O zamanlar Ali Gür samimi ve dini bütün bir akademisyen olarak görülüyordu ve şimdi paralel diye saldırdığı kişiler dahil bütün dindar çevrelerle tam bir ittifak içindeydi. Gene o yıllarda birlikte çalışanların anlattıklarına göre, kendisi genç bir doçent iken Rektör Fikri Canoruç’tan Fakülte akademik kurulunda herkesin önünde yediği azarı da herhalde unutmamıştır. Etrafa reklam edildiği gibi Ali Gür çok üretken bir akademisyen midir? Dicle Üniversitesinde de bazıları öyle sanıyordu ama Rektörlük sayfasındaki özgeçmişine bakarsanız 2008’den sonra ne bir ödül ne de dişe dokunur uluslararası bir yayını olmadığını görebilirsiniz. Acaba neden? Çünkü 2008 itibariyle Prof. Saraç’la arası açıldı ve 2009’da Gaziantep Üniversitesine geçti. Ancak buradaki yedi yılda sadece siyasi hazırlıkla zaman geçirdi ve aslında eski çalışma ve yazılarının kendi başarısı olmadığını da açıkça gösterdi.
Ali Gür’e ne oldu da 2008 itibariyle Prof. Dr. Saraç’a savaş açtı? Burada kalmayıp Cemaatle hükümetin arası iyiyken 2008’den sonra da Cemaate güzellemeler yapıp sadece hocasına saldırırken, 17 Aralık sonrası akla zarar iftiralarla hocasını cemaatin gizli liderlerinden biri diye lanse etmeye başladı? Aslında A. Jale Saraç’la arasının açılmasını rektörlük seçiminde kendi arkadaşı olan diğer adayı desteklemesiyle açıklıyordu. Ancak devam eden süreçte saldırganlığı gittikçe arttı ve 2013 Aralık ayından sonra da bir cemaat hasmı haline geldi? Aslında bunlar çok yadırganmayabilir, günümüzde birçok kişinin kariyerini bu şekilde oluşturduğu bir gerçek, ama Ali Gür birçok emsaline göre çok pervasız ve hiçbir ahlaki ölçüye uymayan bir hale savruldu. Bunun en tipik ve son örneğini Zirve Üniversitesi ile ilgili zırvalarda gördük ve nitekim bütün bir ülkeye rezil oldu. Benim cevabını bulamadığım soru “bunlara niçin ihtiyaç duydu”? Akla gelen bir ihtimal aslında çok önceden farklı bir çizgide idi ama bunu saklıyor muydu? Yahut da ülkemizde çok yaygın olan kişiliklerdeki bir kısım boşluklar mıdır mesele? Geri dönüp baktığımızda aslında biz muhafazakârlar “fazla iyi niyetli” ve “eleştiriden uzak” bir iklimde yaşıyoruz diyebilirim. Bu biraz bizim ahlak anlayışımızdaki “hüsnü zannın esas olması” ve “tecessüsten uzak durma” kurallarından kaynaklanıyor olabilir. Aslında öğrenciliği döneminde radikal İslamcılıkla Med-Zehra grubu nurculuk arasında gezinen Ali Gür’ün asistanlığından itibaren daha ılımlı ve bütün İslami gruplarla iyi ilişkiler kuran bir akademisyen haline dönüştüğünü zannetmişti çevresindekiler. Ama gerçekler zamanla ortaya çıkar diye bir kural burada işlemiş olabilir.
Akademik açıdan bakıldığında Ali Gür’ün aslında çok zayıf bir altyapıdan geldiğini ve bunu gerçekten değiştirmek istediğine dair fazla bir şey olmadığını görebiliriz. Türkiye standartlarında, hele 1990’ların başında, o zaman itibariyle ortanın da altında denebilecek seviyede eğitim veren bir tıp fakültesinde bütün yüksek öğrenim ve akademik hayatını tamamlayan bir akademisyen, iyi bir yabancı dili de yoksa, ancak “yerel bir akademisyen” olabilirdi. Nitekim Ali Gür yabancı dil eksikliğini her aşamada hissetti. Bunun ötesinde o zamanki şartlarda kendisine kucak açacak ve destek verecek genel muhafazakar çevreye dayanmak durumundaydı. Kökeni ve altyapısı itibarıyla o zaman ulusalcılarla iç içe olan Kürt soluna gitmesi zordu. Orada kendine yer bulması daha zordu. Oysa hocası bütün muhafazakarları ölesiye destekleyen ve karşılık istemeyen biri olarak bulunmaz bir koruma sağlıyordu.
Gaziantep’e geldikten sonra da muhafazakar çevrelerde eski modunda duruyordu ve etraftan pek kimse de Yeni Akit’te ahkam kesen Mehtap Yılmaz’ın O’nun eşi olduğunu bilmiyordu. Karı-koca iyi paslaşmalarla işlerini götürüyorlardı, Ali Gür de bu dönemde Cemaate oldukça yakın duruyor ve onlarla ilişkilerinin iyi olmasına dikkat ediyordu. O dönemde kimse bunun gelecek adına bir yatırım olabileceğini düşünmüyordu tabii ki. Bu yakın durma 2012’ye kadar devam etti ama özellikle 17 Aralık sonrası tamamen koptu. 2012 seçimlerinde mevcut Rektörü destekleyerek büyük bir avantaj elde etmişti ve bunun ödülü olarak Rektör Yardımcısı yapıldı. Esas mutluluğu 15 Temmuz sonrasında yaşayacaktı ve AKP’li Şamil Tayyar’ın karşı çıkmasına rağmen rektör olarak atanacaktı.
Burada özellikle 2010 sonrasında taşları daha hızla döşenmeye başlanan “tek adamlık” yolunun mutlak gereklerini gözden ırak tutmamak lazım. Tek adam yönetimlerinde bir şeyin doğrusunu yanlışını hesap eden insanlara kıymet verilmez, orada “vur deyince vuran, dur deyince duran” adamlar kıymetlidir. Ali Gür ve Mehtap Yılmaz ikilisi uzun zamandır yukarılara bu kalıba uygun olduklarını bildiren mesajlar yolladılar ve şimdi bir üniversiteye rektör yapılarak bunun meyvelerini topluyorlar. Böylesi iklimlerde iyi akademisyen değil sadık akademisyen makbuldür, her mesleğin sadık olanı makbuldür. Yukarıdan gelen “onlara su bile yok” gibi emirleri sorgulayan ve etik bulmadıklarını yapmayanların böyle rejimlerde yönetici olması hayal bile edilemez.
Prof. Dr. Ali Gür akademik hayatında bir keşif yapamadı ama Zirve Üniversitesi’nin Rektörlük Binasının altındaki Havalı Silahlar Atış Poligonunun “illegal ve terörist faaliyetler” için kullanıldığını keşfetmeyi başardı! Gene aynı binalardaki sosyal mekanların da illegal faaliyetler için kullanıldığı keşfederek küçük bir Nobel’i hak etti! Ne yazık ki Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığı bu kadar “öngörülü ve derin araştırmacı” Rektörü adeta “madara” etti ve bu iddiaların asılsız olduğunu açıkladı. Artık üç vakte kadar o Başsavcı hakkında da gereği yapılır herhalde. Bu kadar büyük keşiflere imza atan bir Rektör’ün yönettiği üniversitenin ülkeye ve insanlığa neler kazandıracağını hep beraber yaşayarak göreceğiz. Ama benim Ali Gür hakkındaki acıma duygularım gene de devam edecek.

Dr. Mehmet Yılmaz’ın mektubu