Türkiye'de Bilginin Ölümü
Dr. Selim Sağlam
Üzülerek
görüyoruz ki Türkiye’de bilgi öldü ve bilmek bir dezavantaj haline geldi. Akademik
kariyer yapma, iyi eğitimli olma ve başarılı bir öğrenim ve iş hayatının olması
artık bizim toplumda ne yazık ki her an “FETÖ” suçlamasına maruz kalma riski
taşıyor. Yaşanan sürecin evrildiği bu vaziyeti bir tarafa not edip bunun
köklerine bakmaya çalışalım. Bütün dünyada uzmanlara tepki gösterme yönünde bir
eğilim olduğu söyleniyor, buna bir örnek olarak ABD’de Trump’ın seçilmesi gösteriliyor
ama bizdeki biraz daha farklı. Bilginin ve ihtisasın tu kaka edilme meyli
internet ve akıllı cep telefonlarının yaygınlaşması ile de irtibatlı ancak bunu
etkileyen daha çok faktör var. Son yirmi-yirmibeş yılda çok sayıda özel
televizyonun yayın hayatına girmesi ve çok aykırı fikirlerin tedavüle sokulması
bu vetireyi tetikleyen faktörlerden biri oldu. Sayıları “çok” görülen bu
televizyonların “her fikre açık olduğu” ve “artık bilgiye ulaşmanın çok kolay
olduğu” fikri toplumda revaç buldu. Dolayısıyla da, hakikaten bir konunun
uzmanı olmanın pek de ciddiye alınacak bir değeri olmadığı fikri yerleşmeye
başladı. Belki de televizyon kanallarına çıkıp heyecanla ve gayet kendilerinden
emin bir ses tonuyla konuşan önemli bir kısmı “iliştirilmiş”, “yandaş” ve
“oryante” çok sayıda Alev Alatlı’nın deyimiyle “özuzman”ın hakikaten bu konunun
“uzmanı” olup olmadığının nasıl ayrılabileceği meçhul olduğu için sıradan
vatandaş ya hepsine kulak tıkadı veya daha tumturaklı konuşanları dikkate
almaya başladı. Burada “sokaktaki vatandaşın uzmanları derecelendirmesini
beklemeli miyiz” yada “uzmanlık gerektiren konular televizyonlarda ne ölçüde
sağlıklı tartışılabilir” soruları sorulabilir. Sonuçta bilgiye ulaşma
kanallarının görünüşte çoğalması toplumun daha bilgili olduğu bir evreye geçişini
sağlamadı ve sanki “gerçek bilgiye olan saygıyı” azalttı veya ortadan kaldırdı.
Türkiye’de
yaşanan diğer bir süreç de eğitim ve akademik başarının hak ile yeksan
olmasıdır. Bütün ülkelerde iyi bir yüksek öğretim alt/alt-orta tabakadan gelen gençlerin
toplumun üst katmanlarına yükselmesinde en önemli yoldur ve yüksek motivasyonlu
kabiliyetli gençler bu sayede toplumda öne çıkabilir ve iyi konumlara
gelebilirler. Bu durum Türkiye’de de benzer bir yol izledi, bu geçişkenlik uzun
zamandan beri özellikle toplumda
ağırlıklı orta ve-orta üst tabakada olan ve kendilerini devletin/sistemin
sahibi olarak gören laikçi/sosyal demokrat kesimde ciddi bir kızgınlık ve
gerginlik oluşturuyordu. Kendilerine merkez diyen bu kesimin epeycesi serbest
rekabetten, merkezi üniversite sınavından vs. zaten pek hazzetme(z)di ve
çevreden gelen kabiliyetli ve yüksek motivasyonlu gençlerin, kendi
kanallarından geçmiyorsa, bir yerlere gelmesinden hiç mutlu olma(z)dılar. Demokrasiye
geçildikten sonra alttan gelen bu yüksek motivasyonlu gençlerin önünü nasıl
keseceklerini bir türlü bilemediler ve bu içlerinde önemli bir tartışma konusu
oldu. Gerçekten demokrat ve insan haklarına saygılı olanlar bu tarz bir ayrıma
karşı çıkarken önemli bir kısmı da “her ne pahasına olursa olsun kontrölü
kaybetmemek gerektiğine” inanıyordu ve bunun alt yapısını oluşturmaya
çalışıyordu. Bunun can yakan uygulamalarını 1980’lerin başından beri, ordudan
atılan subaylar, Askeri Okullar ve Polis Okullarından atılan öğrenciler ve kamu
hizmetlerinde ve üniversitelerdeki başörtüsü yasakları ile verdiler. Siyaset
alanındaki kavgalarda bunun gölgesinde geçti.
Son on yıllık
sürede, özellik bu çevrelerin üflediği, “sorular çalındı, çalınıyor”, “belli
yerlere sadece cemaatlerden, tarikatlardan olanlar girebiliyor”,
“üniversiteleri ele geçirdiler” vs. şeklindeki sistemli propagandanın amacı da
bu geçişkenliği engelleyerek toplumun dönüşmesine mani olmaktı. Bu engelleme
mekanizmalarını devreye koyabilmek ve önce kendi mahallelerini ikna edebilmek
için kendilerince “ahlaki” bir temel oluşturmak amacıyla bu söylemleri çoğaltıp
yaydılar ve bu propagandaların toplumda kesinlikle karşılık bulmasını
sağladılar. Bu propagandaları istihbarat örgütlerinin çok yaygın kullandıları
gri propaganda yöntemleriyle yaptılar. Bu konuda birden fazla akademik tez
yapılsa yeridir ve umarım ki birileri bir gün bunu yapıp kamuoyu önüne koyarlar.
Aslında
sosyolojik olarak bir merkez-kenar çekişmesinin yansımaları hayatın bütün alanlarında
devam etti ve en son örneklerden biri olarak 2007 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve
2008 Parti Kapatma Davası ile kendini belli etti. Kariyer mesleklerinde her
zaman yüksek rekabet ortamı vardır. Üniversiteler, ordu, emniyet, yargı, mülki
amirlikler, yüksek dereceli devlet memurlukları gibi alanlarda her zaman ciddi
bir çekişme vardır. Önemli bir okulu (mesela Harp Okulunu) dereceyle bitiren
ilk üç kişinin mutlaka daha sonra çok kritik bir yere geleceğini bilmek için
kahin olmak gerekmez. Şayet siz o okulu üçüncülükle bitirdiyseniz önünüzdeki
iki kişi bir şekilde çekişme yaşayacaksınız demektir. Bu nedenle rekabetin
yüksek olduğu yerlerde bu tarz karalamalar sıklıkla olur ve bu konularda herkes
dikkatlidir.
İkibinli yıllara
gelindiğinde eğitim sahasında sözde merkezdekiler (siz buna laikçi, Kemalist ve
Ergenekon uzantıları diyebilirsiniz) tamamen yenilmişlerdi, kenardan gelenler
çok başarılı bir performans gösteriyordu ve kendilerinin bunlarla rekabeti gün
geçtikçe zorlaşıyordu. Tam da bu dönemde başka bir söylem devreye sokuldu, “bu
başarılar acaba başarı mıydı?” Konu sosyal medyada, bloglarda vs. muhafazakar
kimlikli kişiler de devreye sokularak incelikle işlendi ve diğer insanların
mağdur oldukları tezi belli bir kesime mal edildi. Daha AKP hükümetinin ilk
yıllarından başlayarak herşeyi “cemaatin kontrol ettiği” söylemleri gayet iyi
pompalanarak kariyer mesleklerinde yükselen herkesin “cemaatin dokunması” ile
yükseldiği şeklinde bir dedikodu yayıldı ve birçok kişiyi ikna etmekte de
başarılı oldu. Alltan alta telkinlerle başlayan ve gittikçe kuvvet bulan
“herşeyi cemaat kontrol ediyor”, “kendi adamlarına soruları veriyorlar” türü
propagandalar kamuoyunda zannedildiğinden daha fazla etkili oldu. Buna 2013
sonrası Havuz Medyası dediğimiz güruhun bodoslama püskürttüğü iftira, yalan ve
karalamaları da eklediğinizde toplumda eğitilmiş ve başarılı olmuş insanlara
karşı inanılmaz bir ön yargı ve küçümseme ortaya çıktı. Bu propagandalarla iyi
eğitimin, çok çalışmanın ve başarılı olmanın bir önemi olmadığı, herşeyin
devlet içinde etkili yerlerde bağlantılarınızın olmasıyla halledildiği
kamuoyuna iyice telkin edilmiş oldu. Öyle ki kendisi cemaatin içinde olan
insanlardan bile buna inanan ve “niye ben cemaatin içinde olduğum halde bundan
mahrum kalıyorum” diye küsüp cephe alanlar oldu.
Bu yaşanan
prosese parelel başka bir proses daha yaşandı ve sonuçları bugünlerde artık iyice
gün yüzüne çıktı. Bu; “iyi eğitimli olmanın” sanıldığı gibi bir öneminin
olmadığı, matah birşey olmadığı, doğru dürüst okula bile gitmemiş insanların
ülkeye daha fazla hizmet ettikleri vs. şeklinde bir kanaatin topluma
yerleştirilmesi oldu. Son onbeş yılda yapılanlar iyi eğitim veren okulları bir
anlamda devre dışı bıraktı. Her şehire üniversite açılması ve neredeyse her
lise mezununun üniversite okuyabilmesi (bilimsel tabirle ünivesiteleşme
oranının yükseltilmesi) ülkede birçok problemi çözecek diye düşünüldü. Bu amaca
matuf olarak ilçelere varacak şekilde hiç altyapısı olmayan üniversiteler yada
bağlı fakülte ve yüksekokullar açılarak milyonlarca gencin buralardan diploma
alması sağlandı. Artık zorlu süreçlerden geçip üniversite kazanan ve
bitirdiğinde alanında parmakla gösterilen gençler yerine parasını ödeyerek
(özel üniversitelerde veya ikinci öğretimde) eğitim alan ve mezun olduğunda iş
bulma şansı hemen hiç olmayan bir nesille karşı karşıyayız. İşte burada siyaset
devereye girerek bu gençlerden iyi eğitim alanı değil kendi yandaşı olanı
tercih etmeye başladı. Bu durum daha önceki dönemlerde de vardı ama üniversiteye
girmek ve mezun olmak zorlu süreçler gerektirdiği ve mezun sayısı sınırlı
olduğu için bu denli ciddi bir problem yaşanmıyordu. Problemler yaşanmaya
başlandığında ise Ecevit’in Başbakan olduğu dönemde KPSS uygulaması devreye
sokuldu.
Eğitimlileri ve
iyi eğitimi aşağılayan bu propagandayı yapanların amacı belki bütün eğitimlileri
gözden düşürmek değildi. Onlar sadece “the cemaati yada dini grupları” hedef
alıyorlardı ama bu nihayetinde vazonun kırılması ile sonuçlandı. Bu tepkide;
kendi tembelliklerini, başarısızlıklarını ve yetersizliklerini örtme meylindeki
lümpen yaklaşım belki de en önemli faktördü ama kimse kendi tembelliğini yada
eksiklerini görmek istemedi. Geçmişte Zülfü Livaneli’nin çok kullandığı “orta
zekalılar” sözü vardı, ben fazla fonksiyonel bulmadığım için kullanmak
konusunda mütereddidim. Ancak bu yaşanan
süreci ifade için uygun kelimeler aramamız gerektiğini düşünüyorum. Burada
problem zeka düzeyinden çok ahlakla ile ilgili olabilir. Hırsları akıllarının,
güçleri eğitimlerinin önüne geçmiş insanların ne kadar tehlikeli olabileceğini
yaşayarak görüyoruz ve göreceğiz anlaşılan. Şimdi milyonlarca üniversite mezunu
işsiz ve motivasyonsuz gencimiz var. Daha da kötüsü bu gençlere iyi eğitim
almak, yüksek puanla sınav kazanmak vesairenin anlamsız olduğunu, mutlaka
siyaseten etkili çevrelerden destek bulmaları gerektiğini öğretmiş olduk.
Hakikaten en küçük devlet memurluğundan kamu üniversitelerindeki yüksek lisans
sınavlarına kadar hepsinde mülakat devreye girdi ve merkezi sınav puanlarınızın
yüksek olması bir avantaj olmaktan çıktı.
Bu durum ülkenin
geleceğine nasıl yansıyacak diye sorulabilir. Bunun için benzer süreçleri
yaşayan ülkelere bakmak yeterlidir. Parti devleti hüviyetine bürünmüş bir
Türkiye daha önce parti devleti olan ülkelerin ligine düşüp orada top
koşturacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder