22 Haziran 2018 Cuma

Başka Bir Ülkede Hekimlik Üzerine


Başka Bir Ülkede Hekimlik Üzerine
Dr. İbrahim Hakkı Yılmaz
Yaşadığımız sürecin bir parçası olarak Türkiye dışında hekim olarak çalışmak zorunda kalan veya buna niyetlenen çok sayıda meslektaşımız var. Bu konuda daha önceden tecrübesi olmayanlar daha fazla sıkıntı yaşamakla beraber bunun herkes için zor bir süreç olduğu şüphesizdir. İnsanın anadili dışında ve özellikle eğitim almadığı bir dilde bir meslek icra etmesi her zaman için sıkıntılıdır. Hekimlik mesleği yoğun dil kullanımı gerektiren bir iş olduğu için dünyanın hiç bir yerinde o ülkedeki dile belli seviyede hakim olmadan yapılamaz. Özellikle gelişmiş ülkelerde bu durum kesinlikle böyledir. Burada kendimin ve yakın çevremin daha önce yurtdışında çalışırken karşılaştıkları problemleri ve yaşadıkları tecrübeleri paylaşmak istiyorum.
Türkiye’de malesef yabancı dil eğitimi çok zayıf ve hatta hiç yok denebilecek seviyededir. Az sayıda okulda uluslararası düzeyde yeterli dil eğitimi verilebilmektedir. Son yıllarda eskiden olanın da gerisine düşülmüş olabilir. Benim gibi devlet okullarında (eski Anadolu Liseleri hariç) okuyan kişilerin iyi bir yabancı dil bilmeleri hemen hemen imkansızdır. Türkiye’de kendi faunamızda yaşarken, Hacettepe ve Marmara Tıp dışındaki fakültelerde okurken ve sonrasında mesleğimizi icra ederken bu gerçekle yüzleşmemiz ve konunun ciddiyetini anlamamız mümkün değildi. O zaman yabancı dil (genelde İngilizce) bizim için TUS sınavından geçecek kadar bilinse yeterliydi. Sonrasında bazıları için ek olarak asistanlıkta bazı hocaların literatür saatinde makale sunmamızı istemeleri durumunda ihtiyaç duyulan bir araçtı ki onu da bir şekilde halletmekteydik. Akademisyen olmayan hekimler için yabancı dil genellikle bu sınırların ötesinde ihtiyaç duyulan bir şey olmuyordu.
Akademisyen olanlar ise yabancı dili doçentlik dil sınavını aşacak düzeyede öğrenmeye odaklanmaktaydılar. Devamında ise makalelerini İngilizce yayınlamak için yabancı dile ihtiyaçları vardı. Ama doçentlik dil sınavı bazen çok kolaylaştırılabiliyordu ve ciddi bir dil seviyesi olmadan geçilebiliyordu. Benim dönemimde Doçentlik Dil sınavı vardı ve kolaydı. Sonrasında KPDS ile birleştirildiğinde ise birçok gereksiz ve saçma kuralı vs. ezberlemeniz gerekiyordu ama bu dili pratik hayatta kullanımıyorduk. Yabancı dilin gerçekten konuşulmasının/konuşulanları anlamanın önemli olduğu gerçeğine ancak yurtdışından gelen bir meslektaşla konuşmak zorunda kaldığımızda yada yurtdışına bir kongreye gittiğimizde uyanıyorduk. Bu durumla karşılaştığımızda birçoğumuz adeta şok yaşadık.
Akademik hayatta birçok meslektaşımızın yurtdışına uzun süreli olarak gittiğini gördüm ve bir kısmına yardımcı olmaya çalıştım. Ne yazık ki bunların çok azı gittikleri yerlerden gerçekten istifade edebildiler. Kendi tecrübemden başlayarak birkaç örnek vermek istiyorum. Tıp Fakültesi öncesinde İngilizce hazırlık okudum, daha sonra bir grup arkadaşla tıbbi ve genel İngilizce dersleri (paralı, gönüllü) aldık. Asistanlık dönemimde İngilizceden Türkçeye çok seri tercüme yapabiliyordum. İngilizce yazmam da idare ediyordu. Zaman zaman yurtdışından gelen hastalarla pratik yaptığım da oluyordu. Ancak İngilizce bir tıp toplantısında işin ciddiyetini anladım, ve yurtdışına ilk kongreye gittiğimde artık neye ihtiyacım olduğunu biliyordum. Daha sonra birçok yurtdışı kongreye gidip oturumları dinlemeye ve kasetlerini parayla alıp (birçok kongrede böyle bir hizmet vardı, internet sonradan devreye girdi) arabamda dinleyerek anlamaya çalışıyordum. Her imkanı kullanarak yıllarca dilimi geliştirmeye çalıştım. Yurtdışında yoğunlaştırılmış İngilizce kursuna da gittim ki bu oldukça iddialı ve özellikle anlama ve konuşma ağırlıklı bir programdı. Bütün bunların sonrasında bir yıllığına yurtdışın bir hastaneye gittiğimde sudan çıkmış balığa dönmüştüm. İlk üç ay adeta şaşkın ördek gibi dolaşıyordum, televizyondan çok az şey anlıyordum, konuşmalarda anlatılanların bir kısmını anlamıyordum ve derdimi anlatmakta zorluk çekiyordum. Bir çalışma için dosya taraması yapmamı istediklerinde kabul etmedim, çünkü el yazısıyla tıbbi terimleri yeterince okuyamıyordum.
Türkiye’den yurtdışına gidip iyi bağlantılar kuran hemen bütün hekimler öncesinde iyi yabancı dili olanlardır. Upper-intermediate’ın üzerinde bir dil düzeyi olmadan İngilizce konuşulan bir ülkeye giden hekim turistik gezi yapar, başka bir ülkede yaşama tecrübesi edinir, hastaneleri vs. görür ama bunun ötesine pek geçemez. Bazıları ABD veya Kanada’ya gidince dil öğreneceğini düşünüyor, oysa orada iş ortamında yada sokakta kimse belli düzeyde dil bilmeyen biriyle konuşmaya çalışmaz ve iletişim kurmaya istekli olmaz. Orada da mutlaka ciddi bir kursa gitmesi ve belki bir yıl yada daha fazla zaman harcaması gerekir. Üstelik hayat zor ve kurslar da çok pahalı olabilirler. Klinikte yada laboratuvarda konuşulanları anlamayan ve derdini anlatamayan bir yabancıya kim ne desin? Çalıştığım hastanede Almanya doktoralı bir beyin cerrahının hemen hiç ameliyat yapamadığını ve bir çok hastaya zarar verdiğini biliyorum. Muhtemelen zayıf yabancı dili nedeniyle doğru dürüst pratik yapamadı ve diplamasını verip geri gönderdiler.
Uzun zaman önce bir arkadaşım kendi kliniklerinden bir hocanın Amerika’ya gittiğini, dili yetersiz olduğu için hastanede ciddi bir aktiviteye katılamadığını ve bu nedenle vaktini gezerek geçirdiğini anlatmıştı. Benim kendi çevremden iki akademisyen arkadaş bu süreçte Amerika’da idiler. Biri çok iyi bir yabancı dile ve ABD’de hekimlik için gereken sertifikalara sahipti, yaklaşık birbuçuk yıl sonunda bir üniversitede pozisyon buldu ve iyi bir maaşla çalışmaya başladı. Diğer arkadaşımın yabancı dili yetersiz olduğu için görevlendirmeyle gittiği üniversitede süresi dolunca ayrılmak zorunda kaldı, şu anda başka bir iş yapıyor ve dilini geliştirmeye çalışıyor, ama çocukları vs. de olduğu için bu epeyce zaman alacak gibi görünüyor. Sonrasında tıp sınavlarına girmesi gerekecek.
Sonuç olarak şayet bir ülkede hekimlik yapmak istiyorsak öncelikle o ülkenin dilini belli düzeyde bilmek zorundayız. Bunu hastanede çalışırken kolayca yapamayız, öncelikle temel dil eğitimini mümkünse kendi ülkemizde yapmamız daha az masraflı ve kolay olacaktır. Şayet o ülkede yaşıyorsak öncelikle ciddi bir dil kursuna gidip yoğun şekilde çalışarak belli bir dil düzeyini yakalamamız ve ondan sonra hastanede çalışmaya başlamamız daha sağlıklı ve faydalı olacaktır. Bir dili sıfırdan öğreniyorsanız bu süreç ortalama bir yıl sürecektir, duruma göre iki yılı da bulabilecektir. Baştan itibaren bu durumu göz önüne alıp ona göre tavır belirlemekte fayda var.

7 Kasım 2017 Salı

Herkesi Çıldırtan Sudan Biz De İçmeli Miyiz?

Herkesi Çıldırtan Sudan Biz De İçmeli Miyiz?
Dr. Selim Sağlam

Sanırım otuz yıl kadar önceydi, tek kanal televizyonun (TRT) olduğu devirde başörtüsü konusunda bir açık oturum yapılmıştı. Orada DYP adına tartışmaya katılan siyasetçi (Yaşar Topçu) karşısında başörtüsü yasağını savunan ve bunu da başörtülülerin üniversite olmasının başkalarının üzerinde çevre baskısı oluşturacağı tezi ile açıklamaya çalışan Bahriye Üçok’a kendi yazdığı kitaptan bir alıntıyla cevap vermişti. Başörtüsü yasağını savunan Üçok daha önce yazdğı bir kitapta herkesin aşırı açık giyindiği bir ortamda en muhafazakar kişilerin bile eteklerini kısaltmak zorunda kaldığını belirtiyordu. Bu girişi yapmamın nedeni başörtüsü konusunu tartışmak değil, oradaki çarpıcı örneğin günümüzdeki vahim yansımalarına bakmak.

Malum ülkemizde bir darbe süreci yaşanıyor, bir Erdoğan darbesi var, ama bu gerçek başka bütün gerçekler gibi farklı ışık tayflarının altında ve farklı bakış açılarıyla farklı algılanıyor. Suyun bulanık olduğu böyle bir zamanda birçok kişi eski hesaplarını görmeye çalışıyor, birçok kişinin de şuuraltı müktesebatı dışarı taşıyor. Kontrolün olmadığı varsayılan zamanlarda insanların gerçek düşünceleri ve kişilikleri ortaya dökülüyor. Çok yakın zamanda tr724.com sitesinde Ahmet Dönmez’in “Terkedilmiş Bir Camianın Günlüğü” yazısında bu husus gayet güzel işlenmişti. En olmayacak kişilerin bile böyle zamanda kendilerinden beklenmeyen şeyleri yapmaları sözkonusu. Ahmet Dönmez uzun yıllar önce Amerika’da yapılan bir toplumsal deneyden örnek vererek konuyu açıklıyor. Ben bunu daha vahim/iğrenç ama gerçek hayatta yaşanan bir örnekle açıklamak istiyorum. Medyaya yansıyan haberlerden öğreniyoruz ki kasaba yada kenar mahallede tecavüze uğrayan çocuk yaştaki bir kızın tecavüzcüleri arasında evli barklı ve saygın bilinen kişiler de olabilmektedir. Malesef şu anda benzer bir durum Hizmet Hareketine büyük bir şehvetle saldırmak hususunda yaşanıyor.
Bu saldıranlardan bahsederken Ergenekon’un görevli “gazeteci”lerini yada doğuştan din ve dini motifli herşeye karşı allerjisi olan malum kişileri kasdetmiyorum. Derin görevlilerin her kesimde olabildiklerini Ergenekon soruşturmaları başladığında ortaya çıkan listelerde görmüştük. Hatta bu listede Hizmet’in içinde diye bilinen bazıları da vardı “yok ya, böyle şey olur mu” demiştik ve ama bunların bir kısmı sonraki süreçlerde ayrıştılar (belki hala ayrışmayanlar da vardır). Daha sonra değişik şekillerde devşirilen yada çalıştığı kurum/bağlı olduğu grupla beraber satın alınanları da saymıyorum. Benim kastettiğim şu anda Erdoğan despotizminin mağduru olan ve en makul muhalefet yapan bazı yazarların doğru yada yanlış olduğunu bilmediği ama birçok çevrede çokça tekrarlanan bir kısım klişeleri gerçekmiş gibi sahiplenip Hizmet’e iftira niteliğinde şeyler serdetmeleridir.

Kısa zaman önce (14 Ekim 2017) Artıgerçek haber sitesinde Yavuz Baydar’ın yazdığı “Bir Zarrab uğruna Ya Rab...” başlıklı yazı dikkatimi çekti. Yazıyı Samanyoluhaber sitesi de alıntılamıştı. Orada yazar birçok doğruyu ardarda sıralarken şöyle bir ifade kullanmış “Halbuki kimileri apaçık suça veya disiplin dışı davranışlara karıştığı anlaşılan Gülen Grubu mensubu kişilerin durumu başkaydı”. Evet Sayın yazar böyle diyordu ve açıkçası ben çok şaşırdım. Sebebine gelince sayın yazar ne kadar başka gerçekleri söylerse söylesin burada açık ve net bir itham yapmaktadır ve muğlak bir ifade ile bir suçlamaya yada iftiraya katılmaktadır. Koro halinde yapılan bu kabil yalan ve iftiraların az da olsa doğru olacağını mı düşündü başka bir bildiği mi vardır orasını açıklamasında fayda var.

Hizmet Hareketini yakından tanıyan biri olarak bu iddiayı kesinlikle ve kökten reddediyorum, çünkü bunlar yalan/yanlış ve asılsız iddialar. Elbetteki herkes suç işleyebilir, Hizmet Hareketinden de başka gruplardan da insanlar kamuda yada sivil hayatta suç işleyebilirler. Bu suçları da öncelikle kendilerini bağlar, bu kabil suçların bir topluluğu ne zaman bağlayacağı da hukuk da bellidir. Burada yapılan ince bir teknikle kamuoyu önünde masum insanları suçlu gösterme ve karalama yöntemi. Nitekim Erdoğan ve şürekası 17/25 Aralık sonrasında giriştikleri karalama faaliyetine buradan başlamışlardı. Hizmetle yakınlığı olan bir kısım Emniyet ve Yargı mensuplarının yetkileri dışına çıktığını vs. iddia ediyorlardı. Hatırlanacağı üzere uzun zaman kanunları kanırtarak da olsa hukuk içinde bir suç bulmaya çalışmışlardı. Böcek iddiaları, Tahşiye davaları ve tabii “bizim Ergenekon davalarında delillerin sahte olduğu iddiaları” vs. bu minvaldeydi. Ancak dört yıl geçtiği halde şu ana kadar bu iddialarını ispat edecek bir olgu ortaya koyamadılar. Bütün bu iddiaları gazete köşelerinde, TV ekranlarında ve savcıların saçma sapan iddianamelerinin genel kısmında kaldı, onlar üzerinden suçlama yapamadılar, döndü dolaştı ve mücerret bir örgüt üyeliğinden insanlara ceza vermeye başladılar.

Ben Emniyet ve Yargı çevrelerinden değilim, orada neler olup bittiğini yakından bilmiyorum, herkes gibi kamuoyuna yansıyan bilgilere sahibim. Ancak bir akademisyen olarak üniversiteleri ve oralarda olup biteni biliyorum. Yaklaşık kırk yılı aşkındır Türkiye’deki siyasi ve dini akımları, grupları vs. irdelediğimizde bunların içinde hukuka saygılı olma açısından Hizmet Hareketinden daha hassas bir grup gösterilemez. Şimdi Hizmet’e ağız dolusu saldıran sol çevrelerin çoğu temelde şiddeti benimsemişlerdir. Radikal İslamcıları anlatmaya gerek var mı?

Akademik çevrelerde de Hizmet gönüllülerinden daha fazla kurallara uyan, hakkı-hukuku önemseyen ve yaptığı işlerin hesabını verebilen bir grup görmedim. Nitekim dört yıldır çok sayıda akademik yönetici Hizmetle ilişkili diye görevden alındı, birçoğu hapsedildi, Havuz medyasından ve bir kısım sahte muhalif laik medyada tonlarca yalanla karalandılar. Ancak şu ana kadar açılan davaların hiç birinde yetki aşımı iddiası bile yok. Sadece soyut, dedikodu mahiyetinde “örgüt üyeliği veya örgüt yöneticiliği” iddiaları var. Cemaati linç etmeye sadece Havuz medyası veya Hükümet yanaşması gazeteler değil sol ve muhalif çevrelerin de hiç aslı faslı olmayan hikayelerle katkıda bulunması tarihe kötü bir kayıt olarak girdi. Cumhuriyet Gazetesinden Birgün’e kadar haberciliğin H’si ile ilgisi olmayan tonlarca haber ve yorumla Cemaat linç edilirken akademik çevreler de bundan nasibini aldı. Burada diyebileceğimiz tek şey “demek ki ülkemizin kalitesi bu”.

Açıkçası Yavuz Baydar buraya yakışmıyor. Şimdi Yavuz Baydar’ın bir cümleyle de olsa (bir cümle ama çoook önemli bir cümle) iddia ettiği şeyi delillendirmesini bekliyoruz. Hizmetten olduğu bilinen ve apaçık suça yada disiplinsizliğe bulaşan bu kişiler kimlerdir ve suçları nelerdir? Pek muktedir Hükümetimiz bu kişilere karşı ne yapmıştır (tabii hukuk içinde)? Bu yaptıkları hukuksuzluklar (!) Hizmet’le mi ilişkilidir yoksa her memurun hayatında yapabileceği basit hatalar mıdır? Bir cemaati karalamaya yeterli midir? Şayet bu sözleri öylesine söylüyorsa, elinde bir kanıtı yoksa bunu düzeltmesi gerekmektedir.

Bu “suça ve disiplinsizliğe bulaşma" söyleminin aslında “manidar bir işçilik” sonucunda üretilmiş kavramlar olduğunu düşünüyorum. Sayın Baydar farkında olmadan kullanmış olmalı, zira bu iddialar Ergenekon davaları sürecinde darmadağın olan “Derin Devlet İmajı”nı düzeltmeyi hedefliyor. Mesela Bülent Arınç’a suikast girişimi, İnternet Andıcı, tonlarca gömülü silahlar vs. vs.. Demokrasi yanlısı kişiler bu söylemlerle cemaati suçlayacağım diye bütün derin operasyonları temize çıkarmak “akıllılığını” yapmak istemiyorlardır. Üstelik şu ana kadar ellerinde normal hukuki yoldan sonuçlandırılmış ve insanları ikna edecek tek vaka olmadan.  


24 Temmuz 2017 Pazartesi

Akademik Çürüme Neden Hızlandı?

Akademik Çürüme Neden Hızlandı?
Dr. Selim Sağlam

Akademik hayatta yapılan kıyımları tarif etmeye kelime bulmak zor ama biz hafifinden “Vandallık” olarak adlandırıp devam edelim. Bildiğimiz gibi “İslamcı” etiketli “Reis ve avanesi” “akademya”dan hazzetmiyor, her an bir muzırlık yapacaklarından endişe ediyorlar. Okumuşların, hele de üniversitelerde kendi gayreti ile bir yere gelmiş olanların önlerine konan her şeyi yemeyeceğinden, sorgulayıp irdeleyeceğinden endişeliler ve bunda da yerden göğe kadar haklılar. Her ne kadar bizim akademyamız bu güne kadar ciddi bir özgürlük taraftarlığı gösterememiş olsa bile gene de ikna edilmesi zor bir topluluk olarak karşımızadır. Çok iyi ürünler veremeseler bile bir dereceye kadar kaliteyi önemsemekteydiler. Ancak toplumun alt tabakasını manipüle etmek çok daha kolay olduğu için onları yüceltmek, onların “sağduyusu”nu övmek daha fonksiyonel bir yaklaşım olsa gerek ki bu yola sapıldı. Üniversiteler ve eğitimliler bir taraftan aşağılanırken bir taraftan da bütün kontrol altına alınmaya çalışıldı ve bu süreç devam ediyor. Üniversitelerde inanılmaz bir korku ortamı oluştu, insanlar kendi gölgelerinden bile korkar hale geldiler.
“Sayılarla anlaşmak kolaydır ama kelimelerle anlaşmak zordur” derler. Sayılarla da her zaman kolayca anlaşamayabiliriz ama kelimelerle/kavramlarla anlaşmak elbette çok daha zordur. “Akademik hayat yavanlaştı” yada “akademik dünyada hak etmeyenler öne çıktı” diye bir önermede bulununca hemen itiraz edilebilir ve “buna nasıl karar verdiniz” diye sorabilirler. Evet bu önerme, bütün diğer önermeler gibi bazı ön kabullere dayanacaktır ama malesef doğrudur. Akademik hayattaki yıkım tek başına değil, topluca bilginin değersizleşmesi denilebilecek bir dönüşüm yaşanıyor ama üniversitelerimiz bundan daha derinlemesine etkileniyor. Bu seyirle üniversitelerimizin uzun yıllar dünyada saygıdeğer bir yere gelmesi hayal bile edilemeyecektir.
Bence 2000’li yıllarda Türkiye’de akademik hayata en derin zararı veren başlıkları şöyle sıralayabiliriz:
1-Her ile üniversite açılması: Yanlış anlaşılmaması için şunu söylemekte fayda var, küçük yerlere de üniversite açılabilir, dünyada bunun çok sayıda örneği var. Mesela Almanya’da Heidelberg küçük bir şehirdir ama Heidelberg Üniversitesi dünyanın en saygın üniversitelerinden biridir. Bizdeki problem; Şırnak, Hakkari, Muş gibi küçük, ulaşımı zor, ülke ekonomisi ve sosyal hayatında yeri olmayan ve güvenliğini bile sağlamakta ciddi zorluklar yaşanan bir yerleşim yerine üniversite açılması ve bu üniversitenin ciddi bir korumaya mazhar kılınmamasıdır.
2-Belki her ile üniversite açılmasından daha vahim bir uygulama üniversite öğrencilerinin o şehir için gelir kaynağı olarak görülmesi ve başta bu mülahaza olmak üzere başka saiklerin de etkisi ile “her üniversiteye her fakülte veya programın açılmaya çalışılması” uygulamasıdır. Bunun tipik örneği açılan Eczacılık Fakültelerinin durumudur. Eczacılık eğitimi çok ciddi altyapı ve öğretim kadrosu gerektirirken ülkenin ihtiyacının çok üzerinde mezun verecek sayıda fakülte açıldı ve bu fakültelerde malesef ciddi bir eğitim ortamı oluşturulamadı. Yakın bir gelecekte oluşturulamayacağı da aşikardır. Aynı şekilde hemen her üniversite İlahiyat Fakültesi açtı vs. Sonuç ne olacağını hep beraber görüyoruz, göreceğiz.
3-Üniversitelerin tamamen siyasetin emrine verilmesi, partili Cumhurbaşkanının yolunun açılması ile bunun legalite kazanması: Bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de aynı partiden olduğu halde kısmen dahi olsa kaliteyi korumaya çalıştığı, yerelleşmeye direndiği için atadığı rektörlerin çoğu hapse atıldı ve önemli bir kısmı meslekten atıldı. Artık üniversiteler iktidar partisinin arka bahçesi olarak rahatlıkla dizayn ediliyor. Parti devletlerinde özgür ve üretken üniversite olamayacağı için bu sürecin sonucunda partizan akademisyenler alanı kaplamış olacaklar. Hakeden değil partiye yakın olan öne çıkacaktır.
4-Başlangıçtan beri seçkinlerin elinde olan özel üniversite açma ayrıcalığı, son yıllarda kasabalı ve sonradan görme tüccarların eline geçti ve iş şirazeden çıktı. Daha önceki dönemde Ergenekon ekibine yakın bazı üniversitelerin sınırlı suistimalleri artık genel uygulama halini aldı. Kapatılan 15 vakıf üniversite yerine yandaşlara açtırılanlarla bu süreç daha da hızlandı. Artık kalite değil para esaslı çalışan bir üniversitecilik anlayışı hakim durumda. Doğramacı’nın Bilkent Üniversitesi ile İstanbul’daki apartman tipi üniversiteleri aynı kefeye koymak mümkün mü? Sonuç olarak bir hocamızın tabiri ile “denize nazır, diploma hazır” anlayışı ile eğitim veren bu kurumlardan sadece diploma dağıtımı yapılacak gibi görünüyor.
Sonuç olarak bu kadar hızlı oluşturulan ve öğrenci sayıları geometrik olarak katlanan devlet ve vakıf üniversitelerinde akademik kadrolar nicelik ve nitelik olarak büyük oranda yetersizdir. Örnek olarak İnşaat Mühendisliği programında sadece bir doktoralı öğretim üyesi olan ama ikili öğretim verebilen üniversiteler var. Bu üniversitelerde eğitim ortamı oluşmamaktadır, bunun gerek şartı olan fiziki altyapı yetersizdir, kütüphanesi, laboratuvarı, diğer araç-gereci kifayetsizdir. Aynı zamanda öğrenci ve öğretim kadrosu arasında etkileşimin ve gerekli kaynaşmanın olacağı bir eğitim ortamı bulunmamaktadır. Bu kurumların çoğu yüksek okul bile değildir, üniversite hiç olamamışlardır. Buralarda akademik özgürlük vs. kavram olarak bile gündeme gelememektedir, akademik gelenek oluşması zaten mümkün değildir, bunun için gerekli güven ortamı, devamlılık ve diğer unsurlar bulunmamaktadır. Henüz kurulma aşamasında olan bu üniversitelerin eğitim kadrolarına bakarsanız başat hocaların bile çoğunun ciddi bir akademik altyapıdan gelmediğini görürsünüz. Örnek olarak Ankara ve İstanbul’da yeni kurulan gözde devlet üniversitelerinin rektörlüklerine daha önce hiç üniversitede çalışmamış, doçentliğini dışardan almış kişilerin atanmış olması gösterilebilir.

Bu şartlar altında bir taşra üniversitesinde neler olabileceğini tahmin etmek zor değildir. Rektör ve ekibinin birinci önceliği siyaset ile arasını iyi tutabilmek olacaktır/olmak zorundadır. İhaleler ve eleman alımları parti ve yan kuruluşları (sendikalar, vakıflar, dernekler vs.) koordineli olarak yürütülecektir. Akademik başarı, özgürlük, kalite, evrensel değerlerin taşıyıcılığı vs. bu durumda uzak diyarlara gitmiştir ve kolayca da geri gelmeyecektir.

Türkiye'de Bilginin Ölümü

Türkiye'de Bilginin Ölümü
Dr. Selim Sağlam

Üzülerek görüyoruz ki Türkiye’de bilgi öldü ve bilmek bir dezavantaj haline geldi. Akademik kariyer yapma, iyi eğitimli olma ve başarılı bir öğrenim ve iş hayatının olması artık bizim toplumda ne yazık ki her an “FETÖ” suçlamasına maruz kalma riski taşıyor. Yaşanan sürecin evrildiği bu vaziyeti bir tarafa not edip bunun köklerine bakmaya çalışalım. Bütün dünyada uzmanlara tepki gösterme yönünde bir eğilim olduğu söyleniyor, buna bir örnek olarak ABD’de Trump’ın seçilmesi gösteriliyor ama bizdeki biraz daha farklı. Bilginin ve ihtisasın tu kaka edilme meyli internet ve akıllı cep telefonlarının yaygınlaşması ile de irtibatlı ancak bunu etkileyen daha çok faktör var. Son yirmi-yirmibeş yılda çok sayıda özel televizyonun yayın hayatına girmesi ve çok aykırı fikirlerin tedavüle sokulması bu vetireyi tetikleyen faktörlerden biri oldu. Sayıları “çok” görülen bu televizyonların “her fikre açık olduğu” ve “artık bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu” fikri toplumda revaç buldu. Dolayısıyla da, hakikaten bir konunun uzmanı olmanın pek de ciddiye alınacak bir değeri olmadığı fikri yerleşmeye başladı. Belki de televizyon kanallarına çıkıp heyecanla ve gayet kendilerinden emin bir ses tonuyla konuşan önemli bir kısmı “iliştirilmiş”, “yandaş” ve “oryante” çok sayıda Alev Alatlı’nın deyimiyle “özuzman”ın hakikaten bu konunun “uzmanı” olup olmadığının nasıl ayrılabileceği meçhul olduğu için sıradan vatandaş ya hepsine kulak tıkadı veya daha tumturaklı konuşanları dikkate almaya başladı. Burada “sokaktaki vatandaşın uzmanları derecelendirmesini beklemeli miyiz” yada “uzmanlık gerektiren konular televizyonlarda ne ölçüde sağlıklı tartışılabilir” soruları sorulabilir. Sonuçta bilgiye ulaşma kanallarının görünüşte çoğalması toplumun daha bilgili olduğu bir evreye geçişini sağlamadı ve sanki “gerçek bilgiye olan saygıyı” azalttı veya ortadan kaldırdı.
Türkiye’de yaşanan diğer bir süreç de eğitim ve akademik başarının hak ile yeksan olmasıdır. Bütün ülkelerde iyi bir yüksek öğretim alt/alt-orta tabakadan gelen gençlerin toplumun üst katmanlarına yükselmesinde en önemli yoldur ve yüksek motivasyonlu kabiliyetli gençler bu sayede toplumda öne çıkabilir ve iyi konumlara gelebilirler. Bu durum Türkiye’de de benzer bir yol izledi, bu geçişkenlik uzun zamandan beri  özellikle toplumda ağırlıklı orta ve-orta üst tabakada olan ve kendilerini devletin/sistemin sahibi olarak gören laikçi/sosyal demokrat kesimde ciddi bir kızgınlık ve gerginlik oluşturuyordu. Kendilerine merkez diyen bu kesimin epeycesi serbest rekabetten, merkezi üniversite sınavından vs. zaten pek hazzetme(z)di ve çevreden gelen kabiliyetli ve yüksek motivasyonlu gençlerin, kendi kanallarından geçmiyorsa, bir yerlere gelmesinden hiç mutlu olma(z)dılar. Demokrasiye geçildikten sonra alttan gelen bu yüksek motivasyonlu gençlerin önünü nasıl keseceklerini bir türlü bilemediler ve bu içlerinde önemli bir tartışma konusu oldu. Gerçekten demokrat ve insan haklarına saygılı olanlar bu tarz bir ayrıma karşı çıkarken önemli bir kısmı da “her ne pahasına olursa olsun kontrölü kaybetmemek gerektiğine” inanıyordu ve bunun alt yapısını oluşturmaya çalışıyordu. Bunun can yakan uygulamalarını 1980’lerin başından beri, ordudan atılan subaylar, Askeri Okullar ve Polis Okullarından atılan öğrenciler ve kamu hizmetlerinde ve üniversitelerdeki başörtüsü yasakları ile verdiler. Siyaset alanındaki kavgalarda bunun gölgesinde geçti.
Son on yıllık sürede, özellik bu çevrelerin üflediği, “sorular çalındı, çalınıyor”, “belli yerlere sadece cemaatlerden, tarikatlardan olanlar girebiliyor”, “üniversiteleri ele geçirdiler” vs. şeklindeki sistemli propagandanın amacı da bu geçişkenliği engelleyerek toplumun dönüşmesine mani olmaktı. Bu engelleme mekanizmalarını devreye koyabilmek ve önce kendi mahallelerini ikna edebilmek için kendilerince “ahlaki” bir temel oluşturmak amacıyla bu söylemleri çoğaltıp yaydılar ve bu propagandaların toplumda kesinlikle karşılık bulmasını sağladılar. Bu propagandaları istihbarat örgütlerinin çok yaygın kullandıları gri propaganda yöntemleriyle yaptılar. Bu konuda birden fazla akademik tez yapılsa yeridir ve umarım ki birileri bir gün bunu yapıp kamuoyu önüne koyarlar.
Aslında sosyolojik olarak bir merkez-kenar çekişmesinin yansımaları hayatın bütün alanlarında devam etti ve en son örneklerden biri olarak 2007 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 2008 Parti Kapatma Davası ile kendini belli etti. Kariyer mesleklerinde her zaman yüksek rekabet ortamı vardır. Üniversiteler, ordu, emniyet, yargı, mülki amirlikler, yüksek dereceli devlet memurlukları gibi alanlarda her zaman ciddi bir çekişme vardır. Önemli bir okulu (mesela Harp Okulunu) dereceyle bitiren ilk üç kişinin mutlaka daha sonra çok kritik bir yere geleceğini bilmek için kahin olmak gerekmez. Şayet siz o okulu üçüncülükle bitirdiyseniz önünüzdeki iki kişi bir şekilde çekişme yaşayacaksınız demektir. Bu nedenle rekabetin yüksek olduğu yerlerde bu tarz karalamalar sıklıkla olur ve bu konularda herkes dikkatlidir.
İkibinli yıllara gelindiğinde eğitim sahasında sözde merkezdekiler (siz buna laikçi, Kemalist ve Ergenekon uzantıları diyebilirsiniz) tamamen yenilmişlerdi, kenardan gelenler çok başarılı bir performans gösteriyordu ve kendilerinin bunlarla rekabeti gün geçtikçe zorlaşıyordu. Tam da bu dönemde başka bir söylem devreye sokuldu, “bu başarılar acaba başarı mıydı?” Konu sosyal medyada, bloglarda vs. muhafazakar kimlikli kişiler de devreye sokularak incelikle işlendi ve diğer insanların mağdur oldukları tezi belli bir kesime mal edildi. Daha AKP hükümetinin ilk yıllarından başlayarak herşeyi “cemaatin kontrol ettiği” söylemleri gayet iyi pompalanarak kariyer mesleklerinde yükselen herkesin “cemaatin dokunması” ile yükseldiği şeklinde bir dedikodu yayıldı ve birçok kişiyi ikna etmekte de başarılı oldu. Alltan alta telkinlerle başlayan ve gittikçe kuvvet bulan “herşeyi cemaat kontrol ediyor”, “kendi adamlarına soruları veriyorlar” türü propagandalar kamuoyunda zannedildiğinden daha fazla etkili oldu. Buna 2013 sonrası Havuz Medyası dediğimiz güruhun bodoslama püskürttüğü iftira, yalan ve karalamaları da eklediğinizde toplumda eğitilmiş ve başarılı olmuş insanlara karşı inanılmaz bir ön yargı ve küçümseme ortaya çıktı. Bu propagandalarla iyi eğitimin, çok çalışmanın ve başarılı olmanın bir önemi olmadığı, herşeyin devlet içinde etkili yerlerde bağlantılarınızın olmasıyla halledildiği kamuoyuna iyice telkin edilmiş oldu. Öyle ki kendisi cemaatin içinde olan insanlardan bile buna inanan ve “niye ben cemaatin içinde olduğum halde bundan mahrum kalıyorum” diye küsüp cephe alanlar oldu.
Bu yaşanan prosese parelel başka bir proses daha yaşandı ve sonuçları bugünlerde artık iyice gün yüzüne çıktı. Bu; “iyi eğitimli olmanın” sanıldığı gibi bir öneminin olmadığı, matah birşey olmadığı, doğru dürüst okula bile gitmemiş insanların ülkeye daha fazla hizmet ettikleri vs. şeklinde bir kanaatin topluma yerleştirilmesi oldu. Son onbeş yılda yapılanlar iyi eğitim veren okulları bir anlamda devre dışı bıraktı. Her şehire üniversite açılması ve neredeyse her lise mezununun üniversite okuyabilmesi (bilimsel tabirle ünivesiteleşme oranının yükseltilmesi) ülkede birçok problemi çözecek diye düşünüldü. Bu amaca matuf olarak ilçelere varacak şekilde hiç altyapısı olmayan üniversiteler yada bağlı fakülte ve yüksekokullar açılarak milyonlarca gencin buralardan diploma alması sağlandı. Artık zorlu süreçlerden geçip üniversite kazanan ve bitirdiğinde alanında parmakla gösterilen gençler yerine parasını ödeyerek (özel üniversitelerde veya ikinci öğretimde) eğitim alan ve mezun olduğunda iş bulma şansı hemen hiç olmayan bir nesille karşı karşıyayız. İşte burada siyaset devereye girerek bu gençlerden iyi eğitim alanı değil kendi yandaşı olanı tercih etmeye başladı. Bu durum daha önceki dönemlerde de vardı ama üniversiteye girmek ve mezun olmak zorlu süreçler gerektirdiği ve mezun sayısı sınırlı olduğu için bu denli ciddi bir problem yaşanmıyordu. Problemler yaşanmaya başlandığında ise Ecevit’in Başbakan olduğu dönemde KPSS uygulaması devreye sokuldu.
Eğitimlileri ve iyi eğitimi aşağılayan bu propagandayı yapanların amacı belki bütün eğitimlileri gözden düşürmek değildi. Onlar sadece “the cemaati yada dini grupları” hedef alıyorlardı ama bu nihayetinde vazonun kırılması ile sonuçlandı. Bu tepkide; kendi tembelliklerini, başarısızlıklarını ve yetersizliklerini örtme meylindeki lümpen yaklaşım belki de en önemli faktördü ama kimse kendi tembelliğini yada eksiklerini görmek istemedi. Geçmişte Zülfü Livaneli’nin çok kullandığı “orta zekalılar” sözü vardı, ben fazla fonksiyonel bulmadığım için kullanmak konusunda mütereddidim.  Ancak bu yaşanan süreci ifade için uygun kelimeler aramamız gerektiğini düşünüyorum. Burada problem zeka düzeyinden çok ahlakla ile ilgili olabilir. Hırsları akıllarının, güçleri eğitimlerinin önüne geçmiş insanların ne kadar tehlikeli olabileceğini yaşayarak görüyoruz ve göreceğiz anlaşılan. Şimdi milyonlarca üniversite mezunu işsiz ve motivasyonsuz gencimiz var. Daha da kötüsü bu gençlere iyi eğitim almak, yüksek puanla sınav kazanmak vesairenin anlamsız olduğunu, mutlaka siyaseten etkili çevrelerden destek bulmaları gerektiğini öğretmiş olduk. Hakikaten en küçük devlet memurluğundan kamu üniversitelerindeki yüksek lisans sınavlarına kadar hepsinde mülakat devreye girdi ve merkezi sınav puanlarınızın yüksek olması bir avantaj olmaktan çıktı.

Bu durum ülkenin geleceğine nasıl yansıyacak diye sorulabilir. Bunun için benzer süreçleri yaşayan ülkelere bakmak yeterlidir. Parti devleti hüviyetine bürünmüş bir Türkiye daha önce parti devleti olan ülkelerin ligine düşüp orada top koşturacaktır. 

23 Temmuz 2017 Pazar

Rezil Bir Darbe Teşebbüsü ve Rezalette Tepinenler

Rezil Bir Darbe Teşebbüsü ve Rezalette Tepinenler
Dr. Selim Sağlam
Yaşadığımız sürecin bir parçası olan Erdoğan/Ergenekon kaynaklı zulümlerin ve korkunç baskıların yanında bu dönemde kinlerini kusan ve güya diktorörlüğe ve baskılara karşı olan karşıtlıklarını Cemaate hakaretlerle ifade eden çok sayıda okumuş yazmış hatta çok “bilinir/saygın bilinir” kişiler var. Burada eleştirdiğim husus bu kişilerin Cemaati eleştirmesi yada sevmemesi değil, aslı olup olmadığı belli olmayan iddiaları bir karine gibi kabul edip oradan yola çıkarak mahkum etmeleridir. Yoksa kimse kimseyi sevmek zorunda değil elbette, eleştirmek ve itirazlarını da söylemek herkesin hakkıdır. Ancak herkesten, “var olduğunu iddia ettikleri ilkelerine” saygılı olmalarını beklemek de hakkımızdır. Şayet bu yapılmıyorsa, bu anlı şanlı büyükler iddia ettikleri ilkeleri paspas ediyorsa bu kişileri kamuoyu önünde uyarmak, devam ederlerse elimizden geldiğince teşhir edip gerçek yüzlerini ortaya koymak da görevimizdir. Medyada çok sayıda böylesine pespayelik var ve bu medyatörlere cevap vermek medyadaki kalem sahiplerinin işi olmalıdır. Ben bu yazıda kamuoyunda çok bilinen ve kendisinden asla beklemediğimiz bir dille, hükümeti eleştirirken bile Cemaatin “darbeciliğini” dilinden düşürmeyen Prof. Dr. Baskın Oran’dan bahsedeceğim. Baskın Hoca çok saygın ve beyefendi bir kişilik, birçok kişinin saygısını bir ölçüde kazanmış bulunuyor, ancak doğruları herkese karşı söylemek zorundayız. Kimsenin şahsiyeti hedefimiz değil ancak herkes söylediği sözün hesabını vermek ve iddialarını ispatlamakla yükümlü olduğuna göre Baskın Hoca da bundan muaf değil. Kendisi hem hükümeti ve Erdoğan’ı “kendi şahsına ve cemaatine” yönelik eleştiri ve hakaretleri için yerden yere vuruyor, ülkede adaletin öldüğünü ilan ediyor ama aynı zamanda “Cemaatin darbe yapmaya kalktığı” “verili iddiayı” bir gerçeklikmiş gibi tepe tepe kullanıyor.

Hoca’nın en son “Rezil darbenin yıl dönümünde karşılaştırmalı bir muhasebe” başlığı altındaki yazıda bile bu yaklaşım çok açık olarak ifade ediliyor. Yazılarında kendi tabiri ile darbeye “Fethullahçılarla darbeperest subayların rezil darbe teşebbüsü” derken de cemaatin “darbeciliğini” ısrarla iddia ediyor. Açıkçası siyaset biliminde bu kadar öne çıkmış bir şahsiyetin bu “mesnetsiz ve rezil” iddiaları tekrar tekrar söylemesi çok ayıp oluyor. Madem Erdoğan’ın sizin şahsınıza ve diğer yandaşlarınıza söylediklerini şiddetle reddediyorsunuz ve bunu kendinizde bir hak olarak görüyorsunuz, mahkemeleri size yapılan hakaretleri “eleştiri sınırlarında” diyerek hoş görmelerinden dolayı topa tutuyorsunuz, cemaatin darbe yaptığına Erdoğan’ın söylemesiyle nasıl hemen fit oldunuz? Yoksa hukuk önünde eşitlik, masuniyet karinesi, savunma hakkı vs. Eski Yunan’da yada Eski Roma’da olduğu gibi sadece belli bir zümrenin hakkı mıdır? Üstelik Erdoğan Cemaat’e olan savaşını tamtamlar çalarak ilan ettiği ve bu uğurda herşeyi yapacağını yedi düvele duyurduğu halde Erdoğan ve medyasının yalanlarının bir kısmını nasıl bu kadar fütursuzca kullanbiliyorsunuz?

Baskın Hocaya göre, nitekim bu “Fethullahçılar” yememiş içmemiş darbe yapmaya kalkmışlar, “bir kısım darbesever subaylar da bunlara iştirak etmiş ama kan uyuşmazlığından başaramamışlar”. Baskın Hoca bunu böyle açıkça iddia ediyor, ama ne hikmetse başka konulardaki rasyonalitesini burada çöpe atmış görünüyor. Öyle ya artık “uyduruk olduğu çok aşikar, başlamış ve hızlandırılması planlanan soykırımın bahanesi olmak üzere kurgulanmış ve sırf algı çalışması” olduğu her halinden belli böyle bir tiyatro gösterisini Cemaatin yaptığını çok kuvvetli delilleri varmış gibi iddia eden Hoca’ya başka ne diyebiliriz ki.  Belki kendini garantiye almak, belki içinde taşıdığı başka duygularla, belki Cemaatten olduğu iddia edilen insanların devlette bir yerlere gelmesinden hazzetmediği için bu konuda Erdoğan ve ekibinin söylemini alıp kullanmakta bir beis görmüyor. Nitekim Hizmet Hareketini “dinci bir menfaat grubu” olarak yaftalamakta da bir beis görmemiş.
Baskın Oran’ın şahsında bu sol/liberal aydınların önemli bir kısmının tavrı malesef bu. Anlaşılan Hoca’ya göre ülkemizde birinci sınıf vatandaşlığı hak eden zümre sadece sosyal demokrat/solcu aydınlar oluyor. Üniversitelerden atılanlar solcu veya liberal diye bilinen bir akademisyen (hadi azıcık da Kürtçü) değilse hakkını savunmak yersiz oluyor yada bu kişilerin sayısı Erdoğan’ın ne kadar kötü olduğunu anlatmak için sadece istatistik olarak kullanılıyor. Ama zinhar hakları savunulmuyor. Erdoğan/Ergenokon ortak yapımı bu söylemleri alıp sakız gibi çiğneyerek hak savunuculuğu yapanlar kusura bakmasınlar sadece Erdoğan diktatoryasının yolunda “dolgu malzemesi” oluyorlar. Kendilerine şu ana kadar dokunulmaması da bir derin planın uygulaması; bu laikçi/solcu aydınlar farkında olmadan ve istemeden Erdoğan/Ergenekon diktatoryasını meşrulaştırıyorlar. Erdoğan bunları tamamen susturmayacak, ama hep korkutacak, doğruyu da söyleyemeyecekler, toplumun gazını almaya yardım edecekler, baştakilerin zulümlerini alkışlayacaklar ve böyle arafta yaşayıp silikleşecekler. İçlerinden darbeyle ilgili doğruları söyleyenler hapse atılacaklar, diğerleri lafları gevelemeye devam edecekler. Sayın Diktatörümüz de dış dünyada bunlar sayesinde “ülkemizde fikir özgürlüğü var, isteyen muhalefet edebiliyor, bak solcu aydınlar da yazıyor, konuşuyor, beni eleştiriyor ama darbe konusunda Cemaat’i suçluyor” diyerek meşruiyet devşirmeye devam edecek.

Bu söylem sahipleri “Cemaat’in de şu yanlışları vardı” türünden savunmalar yaparak kendilerini haklı çıkarmaya çalışabilir. Keşke başta Hizmet Hareketi olmak üzere dindar grupları hakkıyla eleştirecek kadar yakından ve objektif incelemiş olsalar ve gerçekten “eleştirseler”di. Erdoğan/Ergenekon Ekibi (ben buna 3E diyorum) tarafından üretilen ve sırf karalama amaçlı söylemleri kullanarak yaptıkları savunma etik değil, gerçekte bir değeri yok. Şüphesiz Cemaat ve cemaati sevenler birçok konuda yanlış yapabilir, sonuçta onlar da insan ama bu suçlamalar vahim yanlış bilgi/ön kabül ve önyargılara dayanıyor. Malumdur ki bir kişinin bir kusuru olması, mesela tembel olması, o kişinin katil diye suçlanması için bir gerekçe olamaz. “Cemaat geçmişte şu yanlışı yaptı” türü suçlamaların bundan farkı yok. Cemaatten birileri geçmişte hukuksuz bir iş yaptıysa onun hesabını o kişi/kişilerden sormak gerekir, stop.

Baskın Hoca ve içinde bulunduğu laik kesim, büyük oranda, dindar insanlara o kadar uzak, dindarların sosyolojik yapısına o kadar yabancı ve dindarların fikriyat ve davranış modelleri ilgili o kadar bilgisiz/ön yargılı ve bir kısmı itibarı ile onları o kadar hakir görme eğilimde ki, dindar insanların hangi eğitim düzeyinde/hangi sosyal konumda/hangi ekonomik birikimde olursa olsun saygıdeğer olabileceklerini kabul edemiyorlar. Bunu sözlü olarak her zaman ifade etmeseler/edemeseler bile malesef sergilenen tavır budur. Adeta kendileri doğuştan sahip oldukları seçkin ve üstün özelliklerinden dolayı her zaman en doğruyu yapmışlardır ve onların bu üstünlükleri sorgulanamaz bir yerdedir. Bu davranış modeli bizim tatlı su solcularının/laikçilerin insaflı olanlarının davranış kalıbı gibi. İnsafsız olanları sabah akşam ağız dolusu küfrediyor, bazıları böyle kenardan köşeden çekiştiriyor. Ama bu davranış modeli ile, tabii ki başka toplumsal aktörlerin farklı oranlarda katkılarıyla, hem ülkeyi tam ortadan ikiye bölmeye muvaffak oldular, hem de başımıza Erdoğan gibi birini bela ettiler. Şimdi laik kesimin hepsi pir-ü pak, ülkede hakim olan Erdoğan diktasının yerleşmesinde hiç kusurları yok, herşeyi Cemaat yapmış, bunlar sadece demokrasi ve laikliği savunmuşlar. Oysa dindarlara karşı takındıkları bu aşağılayıcı ve önyargılı tavırları bile ülkede kendilerini onyıllar boyu ezilmiş ve dışlanmış olarak hisseden muhafazakar kitlelerin Erdoğan’a sıkı sıkıya sarılmalarına sebep olmaya yeterlidir. Şimdi her zaman demokrasiyi, AB normlarını ve özgürlükleri savunan bir toplumsal hareketi, eleştirilecek yönleri olsa bile, böylesi abuk iddialarla yok etmeye bir itirazları olmuyor. Ancak “bu arada başkaları da zarar görüyor” nevinden “asil ve cesur” çıkışları oluyor.

Şunu bilmekte fayda var, Erdoğan ve O’na yardakçılık yapan, dindar/dinsiz AKP kadrosu kadar bu ülkede kendilerinden olmayanların da eşit haklara sahip olduğunu içselleştirememiş ve Erdoğan’ın zülümlerine kendilerine dokunmadıkça itiraz etmeyen bir kısım laikçi çevrelerin de maskeleri düşürülmelidir. Şu anda çok farklı fikirlerde olduğu halde temel hakları savunmada aynı çizgide duranlar olduğu gibi, yapılan zülümlere güya itiraz ederken, korumaya çalıştıkları kişiler için “ama onlar cemaatçi değil” çizgisinde duranlar da kayda geçiyor. Günbegün bir Erdoğan prodüksiyonu olduğu ortaya çıkan bu rezil darbe girişimini/ tiyatrosunu kınarkan başka rezillikler yapanları da şiddetle kınıyoruz. Yazıklar olsun bu kadar basiretsiz ve yaşları yetmiş bile olsa insafa ve izana erememiş “bilim adamlarına”. Bu kadar birikimi bu kadar ucuza harcamak yerine bu kadar insafsız ithamlarda bulunduğun insanların ne dediğini de dinlemek daha mantıklı olmaz mıydı? Değer mi bu kalite kaybına?

7 Kasım 2016 Pazartesi

KHK Mağduru İşsiz Akademisyenler Ne Yapabilir?

KHK Mağduru İşsiz Akademisyenler Ne Yapabilir?
Türkiye’de art arda gelen KHK’ler ile işsiz kalan binlerce akademisyen var. Bunların bir kısmı tutuklanmış ve hapse atılmış durumdadır ancak önemli bir kısmı işini kaybetmiş ama özgürlüğünü kısmen de olsa kullanabilmektedir. Kısmen diyorum çünkü bunların bir kısmı tutuklanmamış olsa da maalesef bütün KHK'lılara konulan yurtdışı yasağı ve pasaportlarının da iptal edilmiş olması kanunen ülkeden çıkışı imkansız hale getirmektedir. Elbette bu akademisyenler uğradıkları haksızlıkları gidermek için kanuni yollara başvurmaktadırlar, haklarını geri almaya çalışacaklar ve görünen o ki bu hakların alınması uzun bir süreyi gerektirecektir. Her şeye rağmen hayat devam ediyor ve Türkiye’de akademisyen olarak çalışma imkanı bulamayan veya artık Türkiye’de çalışmak istemeyenler için yurtdışı imkanlarını gözden geçirmek en faydalı yol gibi görülmektedir. Ben yaşanan tecrübelerden ve toplayabildiğim bilgilerden yola çıkarak olabilecek çözüm önerilerini sunmak istiyorum. Bu akademisyenlerin ciddi eğitimi ve bilgi birikimi bulunmakta, çoğunluğu iyi bir yabancı dil bilmektedirler. Bu kişiler çalışma disiplinine de sahiptirle ve bulundukları ülkeye mutlaka katkı sağlayacaklardır.
Yurtdışına çıkabilecek her akademisyen için; mesleğe, ülkeye, kişiye ve duruma göre değişmekle beraber birkaç ay ile birkaç yıl arasında sıkıntılı bir dönem söz konusu olmaktadır. Bu süreyi önceden tam olarak öngörmek mümkün değildir ancak bir kısım parametrelerle tahmin edilebilir. Türkiye’deki işini kaybetmiş ve KHK ile adı kara listeye yazılmış bir kişi Türkiye dışında iş bulup ondan sonra bir şekilde ülkeden çıkış yaparsa gittiği ülkede yaklaşık birkaç ayda işlerini düzene koyup, evini tutup normal hayat şartlarına geçebilir. Örnek olarak KHK ile ilişiği kesilen bir akademisyen başvuru yaptığı bir yabancı üniversiteden yada firmadan işe kabul edildiği takdirde bu ülkeye gidip kısa zamanda düzenini kurabilmektedir. Ancak bu nadir olan bir durumdur diye düşünüyorum, çünkü yaşadığımız darbe teşebbüsü ve onun sonrasındaki büyük kıyımlar daha önceden öngörülemediği için hiç kimse de buna yönelik bir hazırlık yapmış değildi. Gene de malum hadiseden sonra ülkeden çıkan ve kısa zamanda iş bulup düzenini kurabilen akademisyenler olabilmektedir. Akademisyenlik özellikle bazı branşlarda büyük oranda uluslararası bir hüviyette olduğu için birçok mesleğe göre yurtdışında iş bulma imkanı daha kolay olabilmektedir.
Avrupa ülkelerinden özellikle Almanya ve İsveç en fazla rağbet gören ülke durumundadır. Almanya başta olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin tamamında ciddi bir nüfus problemi olduğu için bu ülkeler göçmen kabul etmeyi sürdürmektedir. Bu yönüyle akademisyenler için bu ülkeler kolayca kabul görebilecekleri ülkeler durumundadır. Özellikle Almanya’da ciddi bir hekim açığı olduğu için tıp doktoru olan akademisyenler bu ülkede belgeleri tamamsa ve Almancayı C1 seviyesinde konuşup yazabiliyorsa bir yıl gibi bir sürede tıbbi Almanca yeterliliği sağlayıp hekim olabilme imkanına sahiptir. Almanya’da diploma denkliği için sınava girilebildiği gibi Türkiye’de alınan derslerin detaylı bir dökümü ile de denklik alınabilmektedir. Benzer imkanlar İsveç’te de bulunmaktadır ve hekimler öncelikli olarak kabul görebilmektedirler.
Normal yoldan başvurup kabul alamayan ve yeşil pasaportu iptal edildiği yada olmadığı için Almanya veya İsveç’e normal yollardan ulaşamayan kişiler bir şekilde bu ülkelere ulaşırlar ve uluslararası korunma veya sığınma başvurusunda bulunurlarsa bu ülkelerin kendi iç hukuklarına göre değişen sürelerde sonuçlanan prosedürler devreye girmektedir. Yunanistan ve Batı Avrupa ülkeleri kendilerine başvuran bir Türkü kanunsuz yollardan ülkeye girmiş olsa bile iade etmemektedirler. Avrupa Birliği ülkeleri arasında Dublin Anlaşması denilen bir anlaşma ile bu kişilerin ilk girdikleri ülkede kalması esastır ancak bu her zaman işletilmemektedir. Özellikle Yunanistan’dan giriş yapıp diğer Batı Avrupa ülkelerine ulaşan ve koruma yada sığınma isteyen kişiler Yunanistan’a iade edilmemektedirler. Bir şekilde (kaçak yollarla, transit vize ile geçiş yaparken havaalanından, turist vizesiyle vs.) bu ülkelere ulaşıp korunma/sığınma talep eden bir kişinin sınır dışı edilmesi, hakkında hiçbir kanuni takibat olmasa da, iki yıldan önce asla söz konusu değildir ve yaklaşık bir yıl içinde çalışma izni alabilmektedir. Hakkında takibat olan ve hapse girme ihtimali olan kişiler zaten sığınma hakkını kolayca alabilmektedirler.
Akademisyenler için başka bir çalışma alanı da Türkiye dışındaki Türk üniversiteleri olabilmektedir. Bu üniversiteler daha önce akademik personel bulmakta sıkıntı çektikleri için yeni bölüm açmakta zorluk çekmekteydiler. Yeni dönemde bulundukları ülkelerde ihtiyaç duyulan alanlarda yeni fakülteler ve bölümler açarak çok sayıda akademisyen istihdam etme imkanları olabilecektir. Türkiye’nin baskılarına rağmen birçok ülke mevcut üniversitelerin geliştirilmesini talep etmektedir ve bu da işsiz akademisyenler için oldukça iyi bir çalışma alanı olabilecektir. Bu üniversitelerin hemen tamamının eğitim dili İngilizcedir ve buralarda ders verebilmek için yeterli düzeyde İngilizce bilmek gerekmektedir.
Tıp doktoru akademisyenler için başka bir iş alanı da hekimlik yapabilecekleri ülkeler olabilmektedir. Özellikle hekim sayısının çok az olduğu Afrika ülkelerinde Türkiye’den gidecek doktorlar diploma denkliği problemi yaşamadan kolayca hekimlik yapabilmektedirler. Önümüzdeki dönemde Afrika’da daha fazla hastane açılması ve Türk hekimlerin çalışması beklenmektedir. Benzeri şekilde imkanı olan hekimler/akademisyenler Afrika yada başka ülkelerde açacakları poliklinik veya hastanelerle kendilerine çalışma alanı bulabilir ve bu ülkelerin insanlarını da ciddi hizmetler sunabilirler. Eski Sovyet ülkelerinde de benzeri imkanlar bulunabilmektedir ama bu ülkelerin ek birçok problemleri bulunabilmektedir. Afrika’da özellikle beyaz doktorlar daha revaçta ve orada açılacak küçük poliklinikler bile ciddi paralar kazanabiliyor. Çünkü sağlık hizmeti alacak parası olan da bu hizmete ulaşamıyor.
Son olarak değişik coğrafyalarda yaşayan ve buralardaki akademik çalışma ortamlarını ve imkanlarını bilen okurlarımız düşüncelerini bizimle paylaşırlarsa burada yayınlamaktan memnun olacağım. Bunun da bizi okuyan herkese yeni kapılar açmaya vesile olmasını diliyorum.

4 Kasım 2016 Cuma

Bir Akademisyen Acaba Neden Bu Hallere Düşer?

Bir Akademisyen Acaba Neden Bu Hallere Düşer?

Gazete haberlerinde Gaziantep Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Gür’ün Zirve Üniversitesinden devraldıkları binalarda “yaptığı keşifleri” görünce şaşkınlık ile acıma duyguları arasında gittim geldim. Bir taraftan da düşünmeye başladım, acaba bir insan niçin bu hallere düşer? Hele bu kişi bir tıp doktoru ise, Fizik Tedavi uzmanı olmuş, üstüne bir de akademik kariyer yapmış ve profesör olmuşsa niçin böyle “çocukların bile inanmayacağı” iddialarla kendini gülünç duruma düşürür? Aslında Ali Gür tek örnek değil ama biz onun üzerinden giderek bu durumu tahlil etmeliyiz diye düşünüyorum. Şu ana kadar okuduklarım ve bildiklerimle bu sorunun cevabını bulamadım. İsterseniz Ali Gür’e daha yakından bakalım ve birlikte problemi çözmeye çalışalım.
Kendisini yakinen tanıyanların şehadetine göre Ali Gür başarılı bir tıp öğrencisi olarak Dicle Üniversitesinden mezun olduktan sonra aynı üniversitenin Fizik Tedavi Bölümünde asistan oldu ve belki de hayatındaki en önemli birlikteliklerden birisi burada başladı. Buradaki hocası ve koruyucu meleği Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç idi. Evet şimdi Ali Gür’ün ve eşi Yeni Akit yazarı Mehtap Yılmaz’ın bir kaşık suda boğmaya çalıştığı Prof. Saraç, ihtisasa girdiği tarihten itibaren O’nu belki kendi annesinden daha fazla koruyup destekledi. Öyle ki 28 Şubat’ın soğuk günlerinde adları “irticacılar listesi”nde YÖK’e gitmiş olmasına rağmen Ali Gür’ü yardımcı Doçent kadrosuna aldırmayı başardı. Bununla kalmadı bölümün bütün imkanlarını önüne sererek dil öğrenmesine ve akademik yazı yazmasına destek oldu, akademisyenlikte yükselme imkanlarını altın tepside sundu. Ali Gür tartışmasız şekilde Prof. Saraç’ın prensiydi ve doçentlik sınavında başarılı olması için elinden geleni yaptı.
İnsanlar çabuk unutsalar da her şey hala çok taze ve konunun şahitleri çok olduğu için kısa bir hatırlatma iyi olur. Ali Gür şimdi Fizik Tedavi camiasındaki bir kısım Kemalist ve ulusalcı hocalara genç muhafazakar doktorları gammazlamakla meşgul ama o zamanlar o çevrelere selam bile veremiyordu. Hocası Prof. Dr. Jale Saraç, o zaman başörtüsü yasağı olduğu için elbette başörtülü değildi, ama dindarlığı biliniyordu ve camiasında çarşaflı olduğu şayiaları ile karalanmaya çalışılıyordu. Bütün bunları tezgahlayanlar ise çok da yabancı kişiler değildi, 2000-2008 arasında Dicle Üniversitesinin rektörü olan Prof. Dr. Fikri Canoruç ve eşi Prof. Dr. Naime Canoruç bu işlerin arkasındaki kişilerdi ve Prof. Saraç üzerinden rakibi olan Eski Rektörü karalıyor ve kendileri için rektörlüğe giden yolu açıyorlardı. O zamanlar Ali Gür samimi ve dini bütün bir akademisyen olarak görülüyordu ve şimdi paralel diye saldırdığı kişiler dahil bütün dindar çevrelerle tam bir ittifak içindeydi. Gene o yıllarda birlikte çalışanların anlattıklarına göre, kendisi genç bir doçent iken Rektör Fikri Canoruç’tan Fakülte akademik kurulunda herkesin önünde yediği azarı da herhalde unutmamıştır. Etrafa reklam edildiği gibi Ali Gür çok üretken bir akademisyen midir? Dicle Üniversitesinde de bazıları öyle sanıyordu ama Rektörlük sayfasındaki özgeçmişine bakarsanız 2008’den sonra ne bir ödül ne de dişe dokunur uluslararası bir yayını olmadığını görebilirsiniz. Acaba neden? Çünkü 2008 itibariyle Prof. Saraç’la arası açıldı ve 2009’da Gaziantep Üniversitesine geçti. Ancak buradaki yedi yılda sadece siyasi hazırlıkla zaman geçirdi ve aslında eski çalışma ve yazılarının kendi başarısı olmadığını da açıkça gösterdi.
Ali Gür’e ne oldu da 2008 itibariyle Prof. Dr. Saraç’a savaş açtı? Burada kalmayıp Cemaatle hükümetin arası iyiyken 2008’den sonra da Cemaate güzellemeler yapıp sadece hocasına saldırırken, 17 Aralık sonrası akla zarar iftiralarla hocasını cemaatin gizli liderlerinden biri diye lanse etmeye başladı? Aslında A. Jale Saraç’la arasının açılmasını rektörlük seçiminde kendi arkadaşı olan diğer adayı desteklemesiyle açıklıyordu. Ancak devam eden süreçte saldırganlığı gittikçe arttı ve 2013 Aralık ayından sonra da bir cemaat hasmı haline geldi? Aslında bunlar çok yadırganmayabilir, günümüzde birçok kişinin kariyerini bu şekilde oluşturduğu bir gerçek, ama Ali Gür birçok emsaline göre çok pervasız ve hiçbir ahlaki ölçüye uymayan bir hale savruldu. Bunun en tipik ve son örneğini Zirve Üniversitesi ile ilgili zırvalarda gördük ve nitekim bütün bir ülkeye rezil oldu. Benim cevabını bulamadığım soru “bunlara niçin ihtiyaç duydu”? Akla gelen bir ihtimal aslında çok önceden farklı bir çizgide idi ama bunu saklıyor muydu? Yahut da ülkemizde çok yaygın olan kişiliklerdeki bir kısım boşluklar mıdır mesele? Geri dönüp baktığımızda aslında biz muhafazakârlar “fazla iyi niyetli” ve “eleştiriden uzak” bir iklimde yaşıyoruz diyebilirim. Bu biraz bizim ahlak anlayışımızdaki “hüsnü zannın esas olması” ve “tecessüsten uzak durma” kurallarından kaynaklanıyor olabilir. Aslında öğrenciliği döneminde radikal İslamcılıkla Med-Zehra grubu nurculuk arasında gezinen Ali Gür’ün asistanlığından itibaren daha ılımlı ve bütün İslami gruplarla iyi ilişkiler kuran bir akademisyen haline dönüştüğünü zannetmişti çevresindekiler. Ama gerçekler zamanla ortaya çıkar diye bir kural burada işlemiş olabilir.
Akademik açıdan bakıldığında Ali Gür’ün aslında çok zayıf bir altyapıdan geldiğini ve bunu gerçekten değiştirmek istediğine dair fazla bir şey olmadığını görebiliriz. Türkiye standartlarında, hele 1990’ların başında, o zaman itibariyle ortanın da altında denebilecek seviyede eğitim veren bir tıp fakültesinde bütün yüksek öğrenim ve akademik hayatını tamamlayan bir akademisyen, iyi bir yabancı dili de yoksa, ancak “yerel bir akademisyen” olabilirdi. Nitekim Ali Gür yabancı dil eksikliğini her aşamada hissetti. Bunun ötesinde o zamanki şartlarda kendisine kucak açacak ve destek verecek genel muhafazakar çevreye dayanmak durumundaydı. Kökeni ve altyapısı itibarıyla o zaman ulusalcılarla iç içe olan Kürt soluna gitmesi zordu. Orada kendine yer bulması daha zordu. Oysa hocası bütün muhafazakarları ölesiye destekleyen ve karşılık istemeyen biri olarak bulunmaz bir koruma sağlıyordu.
Gaziantep’e geldikten sonra da muhafazakar çevrelerde eski modunda duruyordu ve etraftan pek kimse de Yeni Akit’te ahkam kesen Mehtap Yılmaz’ın O’nun eşi olduğunu bilmiyordu. Karı-koca iyi paslaşmalarla işlerini götürüyorlardı, Ali Gür de bu dönemde Cemaate oldukça yakın duruyor ve onlarla ilişkilerinin iyi olmasına dikkat ediyordu. O dönemde kimse bunun gelecek adına bir yatırım olabileceğini düşünmüyordu tabii ki. Bu yakın durma 2012’ye kadar devam etti ama özellikle 17 Aralık sonrası tamamen koptu. 2012 seçimlerinde mevcut Rektörü destekleyerek büyük bir avantaj elde etmişti ve bunun ödülü olarak Rektör Yardımcısı yapıldı. Esas mutluluğu 15 Temmuz sonrasında yaşayacaktı ve AKP’li Şamil Tayyar’ın karşı çıkmasına rağmen rektör olarak atanacaktı.
Burada özellikle 2010 sonrasında taşları daha hızla döşenmeye başlanan “tek adamlık” yolunun mutlak gereklerini gözden ırak tutmamak lazım. Tek adam yönetimlerinde bir şeyin doğrusunu yanlışını hesap eden insanlara kıymet verilmez, orada “vur deyince vuran, dur deyince duran” adamlar kıymetlidir. Ali Gür ve Mehtap Yılmaz ikilisi uzun zamandır yukarılara bu kalıba uygun olduklarını bildiren mesajlar yolladılar ve şimdi bir üniversiteye rektör yapılarak bunun meyvelerini topluyorlar. Böylesi iklimlerde iyi akademisyen değil sadık akademisyen makbuldür, her mesleğin sadık olanı makbuldür. Yukarıdan gelen “onlara su bile yok” gibi emirleri sorgulayan ve etik bulmadıklarını yapmayanların böyle rejimlerde yönetici olması hayal bile edilemez.
Prof. Dr. Ali Gür akademik hayatında bir keşif yapamadı ama Zirve Üniversitesi’nin Rektörlük Binasının altındaki Havalı Silahlar Atış Poligonunun “illegal ve terörist faaliyetler” için kullanıldığını keşfetmeyi başardı! Gene aynı binalardaki sosyal mekanların da illegal faaliyetler için kullanıldığı keşfederek küçük bir Nobel’i hak etti! Ne yazık ki Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığı bu kadar “öngörülü ve derin araştırmacı” Rektörü adeta “madara” etti ve bu iddiaların asılsız olduğunu açıkladı. Artık üç vakte kadar o Başsavcı hakkında da gereği yapılır herhalde. Bu kadar büyük keşiflere imza atan bir Rektör’ün yönettiği üniversitenin ülkeye ve insanlığa neler kazandıracağını hep beraber yaşayarak göreceğiz. Ama benim Ali Gür hakkındaki acıma duygularım gene de devam edecek.

Dr. Mehmet Yılmaz’ın mektubu