7 Kasım 2016 Pazartesi

KHK Mağduru İşsiz Akademisyenler Ne Yapabilir?

KHK Mağduru İşsiz Akademisyenler Ne Yapabilir?
Türkiye’de art arda gelen KHK’ler ile işsiz kalan binlerce akademisyen var. Bunların bir kısmı tutuklanmış ve hapse atılmış durumdadır ancak önemli bir kısmı işini kaybetmiş ama özgürlüğünü kısmen de olsa kullanabilmektedir. Kısmen diyorum çünkü bunların bir kısmı tutuklanmamış olsa da maalesef bütün KHK'lılara konulan yurtdışı yasağı ve pasaportlarının da iptal edilmiş olması kanunen ülkeden çıkışı imkansız hale getirmektedir. Elbette bu akademisyenler uğradıkları haksızlıkları gidermek için kanuni yollara başvurmaktadırlar, haklarını geri almaya çalışacaklar ve görünen o ki bu hakların alınması uzun bir süreyi gerektirecektir. Her şeye rağmen hayat devam ediyor ve Türkiye’de akademisyen olarak çalışma imkanı bulamayan veya artık Türkiye’de çalışmak istemeyenler için yurtdışı imkanlarını gözden geçirmek en faydalı yol gibi görülmektedir. Ben yaşanan tecrübelerden ve toplayabildiğim bilgilerden yola çıkarak olabilecek çözüm önerilerini sunmak istiyorum. Bu akademisyenlerin ciddi eğitimi ve bilgi birikimi bulunmakta, çoğunluğu iyi bir yabancı dil bilmektedirler. Bu kişiler çalışma disiplinine de sahiptirle ve bulundukları ülkeye mutlaka katkı sağlayacaklardır.
Yurtdışına çıkabilecek her akademisyen için; mesleğe, ülkeye, kişiye ve duruma göre değişmekle beraber birkaç ay ile birkaç yıl arasında sıkıntılı bir dönem söz konusu olmaktadır. Bu süreyi önceden tam olarak öngörmek mümkün değildir ancak bir kısım parametrelerle tahmin edilebilir. Türkiye’deki işini kaybetmiş ve KHK ile adı kara listeye yazılmış bir kişi Türkiye dışında iş bulup ondan sonra bir şekilde ülkeden çıkış yaparsa gittiği ülkede yaklaşık birkaç ayda işlerini düzene koyup, evini tutup normal hayat şartlarına geçebilir. Örnek olarak KHK ile ilişiği kesilen bir akademisyen başvuru yaptığı bir yabancı üniversiteden yada firmadan işe kabul edildiği takdirde bu ülkeye gidip kısa zamanda düzenini kurabilmektedir. Ancak bu nadir olan bir durumdur diye düşünüyorum, çünkü yaşadığımız darbe teşebbüsü ve onun sonrasındaki büyük kıyımlar daha önceden öngörülemediği için hiç kimse de buna yönelik bir hazırlık yapmış değildi. Gene de malum hadiseden sonra ülkeden çıkan ve kısa zamanda iş bulup düzenini kurabilen akademisyenler olabilmektedir. Akademisyenlik özellikle bazı branşlarda büyük oranda uluslararası bir hüviyette olduğu için birçok mesleğe göre yurtdışında iş bulma imkanı daha kolay olabilmektedir.
Avrupa ülkelerinden özellikle Almanya ve İsveç en fazla rağbet gören ülke durumundadır. Almanya başta olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin tamamında ciddi bir nüfus problemi olduğu için bu ülkeler göçmen kabul etmeyi sürdürmektedir. Bu yönüyle akademisyenler için bu ülkeler kolayca kabul görebilecekleri ülkeler durumundadır. Özellikle Almanya’da ciddi bir hekim açığı olduğu için tıp doktoru olan akademisyenler bu ülkede belgeleri tamamsa ve Almancayı C1 seviyesinde konuşup yazabiliyorsa bir yıl gibi bir sürede tıbbi Almanca yeterliliği sağlayıp hekim olabilme imkanına sahiptir. Almanya’da diploma denkliği için sınava girilebildiği gibi Türkiye’de alınan derslerin detaylı bir dökümü ile de denklik alınabilmektedir. Benzer imkanlar İsveç’te de bulunmaktadır ve hekimler öncelikli olarak kabul görebilmektedirler.
Normal yoldan başvurup kabul alamayan ve yeşil pasaportu iptal edildiği yada olmadığı için Almanya veya İsveç’e normal yollardan ulaşamayan kişiler bir şekilde bu ülkelere ulaşırlar ve uluslararası korunma veya sığınma başvurusunda bulunurlarsa bu ülkelerin kendi iç hukuklarına göre değişen sürelerde sonuçlanan prosedürler devreye girmektedir. Yunanistan ve Batı Avrupa ülkeleri kendilerine başvuran bir Türkü kanunsuz yollardan ülkeye girmiş olsa bile iade etmemektedirler. Avrupa Birliği ülkeleri arasında Dublin Anlaşması denilen bir anlaşma ile bu kişilerin ilk girdikleri ülkede kalması esastır ancak bu her zaman işletilmemektedir. Özellikle Yunanistan’dan giriş yapıp diğer Batı Avrupa ülkelerine ulaşan ve koruma yada sığınma isteyen kişiler Yunanistan’a iade edilmemektedirler. Bir şekilde (kaçak yollarla, transit vize ile geçiş yaparken havaalanından, turist vizesiyle vs.) bu ülkelere ulaşıp korunma/sığınma talep eden bir kişinin sınır dışı edilmesi, hakkında hiçbir kanuni takibat olmasa da, iki yıldan önce asla söz konusu değildir ve yaklaşık bir yıl içinde çalışma izni alabilmektedir. Hakkında takibat olan ve hapse girme ihtimali olan kişiler zaten sığınma hakkını kolayca alabilmektedirler.
Akademisyenler için başka bir çalışma alanı da Türkiye dışındaki Türk üniversiteleri olabilmektedir. Bu üniversiteler daha önce akademik personel bulmakta sıkıntı çektikleri için yeni bölüm açmakta zorluk çekmekteydiler. Yeni dönemde bulundukları ülkelerde ihtiyaç duyulan alanlarda yeni fakülteler ve bölümler açarak çok sayıda akademisyen istihdam etme imkanları olabilecektir. Türkiye’nin baskılarına rağmen birçok ülke mevcut üniversitelerin geliştirilmesini talep etmektedir ve bu da işsiz akademisyenler için oldukça iyi bir çalışma alanı olabilecektir. Bu üniversitelerin hemen tamamının eğitim dili İngilizcedir ve buralarda ders verebilmek için yeterli düzeyde İngilizce bilmek gerekmektedir.
Tıp doktoru akademisyenler için başka bir iş alanı da hekimlik yapabilecekleri ülkeler olabilmektedir. Özellikle hekim sayısının çok az olduğu Afrika ülkelerinde Türkiye’den gidecek doktorlar diploma denkliği problemi yaşamadan kolayca hekimlik yapabilmektedirler. Önümüzdeki dönemde Afrika’da daha fazla hastane açılması ve Türk hekimlerin çalışması beklenmektedir. Benzeri şekilde imkanı olan hekimler/akademisyenler Afrika yada başka ülkelerde açacakları poliklinik veya hastanelerle kendilerine çalışma alanı bulabilir ve bu ülkelerin insanlarını da ciddi hizmetler sunabilirler. Eski Sovyet ülkelerinde de benzeri imkanlar bulunabilmektedir ama bu ülkelerin ek birçok problemleri bulunabilmektedir. Afrika’da özellikle beyaz doktorlar daha revaçta ve orada açılacak küçük poliklinikler bile ciddi paralar kazanabiliyor. Çünkü sağlık hizmeti alacak parası olan da bu hizmete ulaşamıyor.
Son olarak değişik coğrafyalarda yaşayan ve buralardaki akademik çalışma ortamlarını ve imkanlarını bilen okurlarımız düşüncelerini bizimle paylaşırlarsa burada yayınlamaktan memnun olacağım. Bunun da bizi okuyan herkese yeni kapılar açmaya vesile olmasını diliyorum.

4 Kasım 2016 Cuma

Bir Akademisyen Acaba Neden Bu Hallere Düşer?

Bir Akademisyen Acaba Neden Bu Hallere Düşer?

Gazete haberlerinde Gaziantep Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Gür’ün Zirve Üniversitesinden devraldıkları binalarda “yaptığı keşifleri” görünce şaşkınlık ile acıma duyguları arasında gittim geldim. Bir taraftan da düşünmeye başladım, acaba bir insan niçin bu hallere düşer? Hele bu kişi bir tıp doktoru ise, Fizik Tedavi uzmanı olmuş, üstüne bir de akademik kariyer yapmış ve profesör olmuşsa niçin böyle “çocukların bile inanmayacağı” iddialarla kendini gülünç duruma düşürür? Aslında Ali Gür tek örnek değil ama biz onun üzerinden giderek bu durumu tahlil etmeliyiz diye düşünüyorum. Şu ana kadar okuduklarım ve bildiklerimle bu sorunun cevabını bulamadım. İsterseniz Ali Gür’e daha yakından bakalım ve birlikte problemi çözmeye çalışalım.
Kendisini yakinen tanıyanların şehadetine göre Ali Gür başarılı bir tıp öğrencisi olarak Dicle Üniversitesinden mezun olduktan sonra aynı üniversitenin Fizik Tedavi Bölümünde asistan oldu ve belki de hayatındaki en önemli birlikteliklerden birisi burada başladı. Buradaki hocası ve koruyucu meleği Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç idi. Evet şimdi Ali Gür’ün ve eşi Yeni Akit yazarı Mehtap Yılmaz’ın bir kaşık suda boğmaya çalıştığı Prof. Saraç, ihtisasa girdiği tarihten itibaren O’nu belki kendi annesinden daha fazla koruyup destekledi. Öyle ki 28 Şubat’ın soğuk günlerinde adları “irticacılar listesi”nde YÖK’e gitmiş olmasına rağmen Ali Gür’ü yardımcı Doçent kadrosuna aldırmayı başardı. Bununla kalmadı bölümün bütün imkanlarını önüne sererek dil öğrenmesine ve akademik yazı yazmasına destek oldu, akademisyenlikte yükselme imkanlarını altın tepside sundu. Ali Gür tartışmasız şekilde Prof. Saraç’ın prensiydi ve doçentlik sınavında başarılı olması için elinden geleni yaptı.
İnsanlar çabuk unutsalar da her şey hala çok taze ve konunun şahitleri çok olduğu için kısa bir hatırlatma iyi olur. Ali Gür şimdi Fizik Tedavi camiasındaki bir kısım Kemalist ve ulusalcı hocalara genç muhafazakar doktorları gammazlamakla meşgul ama o zamanlar o çevrelere selam bile veremiyordu. Hocası Prof. Dr. Jale Saraç, o zaman başörtüsü yasağı olduğu için elbette başörtülü değildi, ama dindarlığı biliniyordu ve camiasında çarşaflı olduğu şayiaları ile karalanmaya çalışılıyordu. Bütün bunları tezgahlayanlar ise çok da yabancı kişiler değildi, 2000-2008 arasında Dicle Üniversitesinin rektörü olan Prof. Dr. Fikri Canoruç ve eşi Prof. Dr. Naime Canoruç bu işlerin arkasındaki kişilerdi ve Prof. Saraç üzerinden rakibi olan Eski Rektörü karalıyor ve kendileri için rektörlüğe giden yolu açıyorlardı. O zamanlar Ali Gür samimi ve dini bütün bir akademisyen olarak görülüyordu ve şimdi paralel diye saldırdığı kişiler dahil bütün dindar çevrelerle tam bir ittifak içindeydi. Gene o yıllarda birlikte çalışanların anlattıklarına göre, kendisi genç bir doçent iken Rektör Fikri Canoruç’tan Fakülte akademik kurulunda herkesin önünde yediği azarı da herhalde unutmamıştır. Etrafa reklam edildiği gibi Ali Gür çok üretken bir akademisyen midir? Dicle Üniversitesinde de bazıları öyle sanıyordu ama Rektörlük sayfasındaki özgeçmişine bakarsanız 2008’den sonra ne bir ödül ne de dişe dokunur uluslararası bir yayını olmadığını görebilirsiniz. Acaba neden? Çünkü 2008 itibariyle Prof. Saraç’la arası açıldı ve 2009’da Gaziantep Üniversitesine geçti. Ancak buradaki yedi yılda sadece siyasi hazırlıkla zaman geçirdi ve aslında eski çalışma ve yazılarının kendi başarısı olmadığını da açıkça gösterdi.
Ali Gür’e ne oldu da 2008 itibariyle Prof. Dr. Saraç’a savaş açtı? Burada kalmayıp Cemaatle hükümetin arası iyiyken 2008’den sonra da Cemaate güzellemeler yapıp sadece hocasına saldırırken, 17 Aralık sonrası akla zarar iftiralarla hocasını cemaatin gizli liderlerinden biri diye lanse etmeye başladı? Aslında A. Jale Saraç’la arasının açılmasını rektörlük seçiminde kendi arkadaşı olan diğer adayı desteklemesiyle açıklıyordu. Ancak devam eden süreçte saldırganlığı gittikçe arttı ve 2013 Aralık ayından sonra da bir cemaat hasmı haline geldi? Aslında bunlar çok yadırganmayabilir, günümüzde birçok kişinin kariyerini bu şekilde oluşturduğu bir gerçek, ama Ali Gür birçok emsaline göre çok pervasız ve hiçbir ahlaki ölçüye uymayan bir hale savruldu. Bunun en tipik ve son örneğini Zirve Üniversitesi ile ilgili zırvalarda gördük ve nitekim bütün bir ülkeye rezil oldu. Benim cevabını bulamadığım soru “bunlara niçin ihtiyaç duydu”? Akla gelen bir ihtimal aslında çok önceden farklı bir çizgide idi ama bunu saklıyor muydu? Yahut da ülkemizde çok yaygın olan kişiliklerdeki bir kısım boşluklar mıdır mesele? Geri dönüp baktığımızda aslında biz muhafazakârlar “fazla iyi niyetli” ve “eleştiriden uzak” bir iklimde yaşıyoruz diyebilirim. Bu biraz bizim ahlak anlayışımızdaki “hüsnü zannın esas olması” ve “tecessüsten uzak durma” kurallarından kaynaklanıyor olabilir. Aslında öğrenciliği döneminde radikal İslamcılıkla Med-Zehra grubu nurculuk arasında gezinen Ali Gür’ün asistanlığından itibaren daha ılımlı ve bütün İslami gruplarla iyi ilişkiler kuran bir akademisyen haline dönüştüğünü zannetmişti çevresindekiler. Ama gerçekler zamanla ortaya çıkar diye bir kural burada işlemiş olabilir.
Akademik açıdan bakıldığında Ali Gür’ün aslında çok zayıf bir altyapıdan geldiğini ve bunu gerçekten değiştirmek istediğine dair fazla bir şey olmadığını görebiliriz. Türkiye standartlarında, hele 1990’ların başında, o zaman itibariyle ortanın da altında denebilecek seviyede eğitim veren bir tıp fakültesinde bütün yüksek öğrenim ve akademik hayatını tamamlayan bir akademisyen, iyi bir yabancı dili de yoksa, ancak “yerel bir akademisyen” olabilirdi. Nitekim Ali Gür yabancı dil eksikliğini her aşamada hissetti. Bunun ötesinde o zamanki şartlarda kendisine kucak açacak ve destek verecek genel muhafazakar çevreye dayanmak durumundaydı. Kökeni ve altyapısı itibarıyla o zaman ulusalcılarla iç içe olan Kürt soluna gitmesi zordu. Orada kendine yer bulması daha zordu. Oysa hocası bütün muhafazakarları ölesiye destekleyen ve karşılık istemeyen biri olarak bulunmaz bir koruma sağlıyordu.
Gaziantep’e geldikten sonra da muhafazakar çevrelerde eski modunda duruyordu ve etraftan pek kimse de Yeni Akit’te ahkam kesen Mehtap Yılmaz’ın O’nun eşi olduğunu bilmiyordu. Karı-koca iyi paslaşmalarla işlerini götürüyorlardı, Ali Gür de bu dönemde Cemaate oldukça yakın duruyor ve onlarla ilişkilerinin iyi olmasına dikkat ediyordu. O dönemde kimse bunun gelecek adına bir yatırım olabileceğini düşünmüyordu tabii ki. Bu yakın durma 2012’ye kadar devam etti ama özellikle 17 Aralık sonrası tamamen koptu. 2012 seçimlerinde mevcut Rektörü destekleyerek büyük bir avantaj elde etmişti ve bunun ödülü olarak Rektör Yardımcısı yapıldı. Esas mutluluğu 15 Temmuz sonrasında yaşayacaktı ve AKP’li Şamil Tayyar’ın karşı çıkmasına rağmen rektör olarak atanacaktı.
Burada özellikle 2010 sonrasında taşları daha hızla döşenmeye başlanan “tek adamlık” yolunun mutlak gereklerini gözden ırak tutmamak lazım. Tek adam yönetimlerinde bir şeyin doğrusunu yanlışını hesap eden insanlara kıymet verilmez, orada “vur deyince vuran, dur deyince duran” adamlar kıymetlidir. Ali Gür ve Mehtap Yılmaz ikilisi uzun zamandır yukarılara bu kalıba uygun olduklarını bildiren mesajlar yolladılar ve şimdi bir üniversiteye rektör yapılarak bunun meyvelerini topluyorlar. Böylesi iklimlerde iyi akademisyen değil sadık akademisyen makbuldür, her mesleğin sadık olanı makbuldür. Yukarıdan gelen “onlara su bile yok” gibi emirleri sorgulayan ve etik bulmadıklarını yapmayanların böyle rejimlerde yönetici olması hayal bile edilemez.
Prof. Dr. Ali Gür akademik hayatında bir keşif yapamadı ama Zirve Üniversitesi’nin Rektörlük Binasının altındaki Havalı Silahlar Atış Poligonunun “illegal ve terörist faaliyetler” için kullanıldığını keşfetmeyi başardı! Gene aynı binalardaki sosyal mekanların da illegal faaliyetler için kullanıldığı keşfederek küçük bir Nobel’i hak etti! Ne yazık ki Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığı bu kadar “öngörülü ve derin araştırmacı” Rektörü adeta “madara” etti ve bu iddiaların asılsız olduğunu açıkladı. Artık üç vakte kadar o Başsavcı hakkında da gereği yapılır herhalde. Bu kadar büyük keşiflere imza atan bir Rektör’ün yönettiği üniversitenin ülkeye ve insanlığa neler kazandıracağını hep beraber yaşayarak göreceğiz. Ama benim Ali Gür hakkındaki acıma duygularım gene de devam edecek.

Dr. Mehmet Yılmaz’ın mektubu 

27 Ekim 2016 Perşembe

KHK’ların Üniversitelere Maliyeti Ne Oldu?

KHK’ların Üniversitelere Maliyeti Ne Oldu?
Türkiye’de 15 Temmuz garip darbe girişimi sonrasında yaşanan OHAL darbesi ile ülke yoldan çıktı ve üzerinden silindir geçen kurumlardan biri de akademik dünya oldu. Erdoğan’ın eskiden beri doktorları sevmediği bilinirdi ama meğer daha geniş olarak eğitimli insanları da pek sevmezmiş. Bunun da etkisi ile olacak, ne kadar başarılı akademisyen varsa üniversitelerden atıldı. KHK ile ilişiği kesilen üçbinden fazla akademik personelden başka üniversitelerin bilmem kaç dalga halinde açığa aldığı ve attığı insanlar da binlerle ifade ediliyor. Kimsenin bir kayıt tutması bile mümkün değil zaten. Arada Başbakan veya Bakanlardan biri çıkıp başarılarını anlatır gibi kaç kişiyi işten attıklarını söylüyor ama o rakamlar bile son rakamlar değil aslında. Peki bu yıkımını arkasında nasıl bir enkaz kaldı? Konunun Vakıf Üniversiteler kısmına başka bir yazıda girmek daha uygun olacağı için sadece devlet üniversitelerine kısaca temas edeceğiz. Aslında 17 Aralık sonrası hemen bütün üniversiteler dekanlık gibi görevlerde bulunanları ayıkladılar ve cemaat ithamı olmayan kişileri göreve getirdiler ama YÖK 15 Temmuz sonrası bütün dekanları tekrar görevden aldığı için birçok fakültede dekan bulmakta sıkıntı yaşanmaya başlandı.
15 Temmuz sonrası başlayan açığa almalar ve KHK darbesi hemen bütün üniversiteleri etkiledi ama özellikle küçük üniversitelerde tam bir yıkım yaşandı. Örnek olarak Siirt Üniversitesinin öğretim üyelerinin yarıdan fazlası açığa alındı ve bunların da çoğu tutuklandı. Böylece Siirt Üniversitesi fiilen eğitim hayatından silindi. Zaten bu üniversitelerde araştırma yok, aslında buralar üniversite değil yüksek okul olarak planlanmalıydı ve hayata geçirilmeliydi. Şimdi yüksek okul özelliklerini de kaybettiler. Benzeri durumlar Gümüşhane, Hakkari, Düzce, Çankırı gibi hemen bütün taşra üniversitelerinde de yaşanıyor. Bolu AİBÜ gibi nispeten daha eski, ciddi bir vakıf desteği olan ve Ankara, İstanbul gibi iki büyük şehirin ortasındaki bir üniversitede bile Tıp Fakültesi (ki en kolay öğretim üyesi bulunan fakültedir) dekanlığına Veteriner kökenli bir hocayı vekaleten atamaları ibretlik olarak medyaya yansıdı. Bu darbe ile yeni kurulan küçük şehir üniversiteleri kuruluş düzeyine ve hatta daha zayıf duruma gerilediler. Yaşanan ağır moral bozukluğundan dolayı atılmayan öğretim üyeleri de oraları terk etmenin yollarını aramaya başladılar. En temel akademik geleneklerin oluşamadığı bu yerlerde hakim olan güvensizlik kolayca telafi edilemeyecek durumdadır. Kaldı ki bu şehirlere giden insanlar zaten fedakarlık yaparak buralarda kalıyorlardı. Şimdi oralarda çocuklarını okutacakları kaliteli özel okullar ve dersaneler de Cemaat okulu ve dersanesi diye kapatıldığı için çocuklarının eğitimi de ciddi bir problem olarak ortaya çıktı ve özellikle bu şehirlerin yerlisi olmayanların buralarda kalması için bir sebep kalmadı.
Bu yıkımın orta büyüklükte bazı üniversiteleri de yerle bir ettiğini görüyoruz. Isparta’daki Süleyman Demirel Üniversitesi, Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi, Gaziantep Üniversitesi, Erciyes Üniversitesi gibi üniversitelerden atılan/açığa alınan öğretim üyesi sayısı korkunç rakamlara ulaştı ve bu da inanılmaz yıkıcı bir etki oluşturdu. Birçok üniversitede problemler bu ilk planda Tıp Fakültesi Hastanelerindeki hizmetlerin aksaması şeklinde ortaya çıktı. Özellikle ekip olarak yapılan işler ciddi anlamda aksadı ve bunlar medyaya yansıdı. Ama üniversiteden atılmayıp kalan insanlar için de senelerce birlikte mesai yaptıkları insanların sorgusuz sualsiz sokağa atılmaları oldukça ağır bir travma oluşturdu. Bu psikoloji içindeki öğretim üyelerinden proje yapması, tez yönetmesi, makale yazması vs. beklenebilir mi? Kaldı ki medyada yapılan cadı avı haberlerinde üniversitelerde eğitim yapılması, makale yazılması ve proje yapılması terör faaliyetleri olarak sunuldu ve sunulmaya devam ediyor. Bu durumda yarın başka birilerinin de aynı ithama maruz kalmayacağını kim garanti edebilir. En makbul akademisyenin hiç bir şey yapmayan, hiç bir şey yazmayan ve sadece rutin ders anlatan akademisyen olduğu tescillendi. Hiçbir başarının cezasız kalmadığı bu ülkede aşırı çaba gösterip üretim yapmanın ne kadar vahim sonuçlar doğurduğunu gören bu hocalar aptal mıdır ki aynı yoldan gitsinler.
Bir de büyük üniversitelerin durumu var ki o da ayrı bir facia ve utanç vesikasıdır. İstanbul Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi gibi eski üniversitelerde zaten muhafazakar öğretim üyesi eskiden beri azdı. Buralarda yerleşik laikçi hocaların bazıları “Allah var diyeni üniversiteden koğarım” diyecek kadar gözü kara ve mülk sahibi görüntüsünde idiler. Bunlardan Gazi ve Hacettepe Üniversitelerine muhafazakar rektörler geldi diye birçok aşırı laikçi hoca karalar bağladı ve buralardaki yöneticilere inanılmaz bir direniş gösterdiler. Şimdi Erdoğan ve ekibi onların rüyalarında görse inanamayacakları bir operasyonla neredeyse bütün muhafazakarları bu üniversitelerden attı. Artık bundan sonra bir daha buralara muhafazakar hoca gelmesi riski kalmamış görünüyor. Böylece 17 Aralık sonrası yapılan ittifakların meyvelerini kalıcı olarak toplamış oluyorlar. AKP destekçilerine de “biz aslında cemaati hiç sevmemiştik” özürleri ile ortalıkta dolaşmak düşüyor.
Akademik hayattaki yıkım elbette ki sokaktaki adam tarafından yada AKP tabanında fark edilmeyecektir. Onlar üniversite hocalarının görevden alınması ve hatta tutuklanması karşısında sevinç çığlıkları atıyorlar ve mutlu oluyorlar. Onların “üniversitenin ülke ve ülkenin geleceği için ne anlama geldiğini” anlamalarını beklemek saflık olur. Konunun ehli olanlar durumu fark ediyorlar ama bir şey demelerinin önünde ciddi engeller var. Bir defa bu yapılanlara itiraz demek hapse girmeyi göze almak demektir. İkincisi de itirazlarını duyuracak mecra bulamazlar. Yayın hayatında kalan ve hükümetin mutlak kontrolünde olmayan muhafazakar bir yayın organı yok gibi. Sol ve Kemalist yayınlar ise bu yapılanları sevinçle karşıladıkları için elbette ki eleştirmiyorlar. Zaten birçok yerde listeleri yapmada ciddi katkıda bulunan laikçiler var. AKP’nin kendi ayağına kurşun sıkmasını onların engellemesini beklemek de ayrı bir saflık olur. Cemaat üzerinden bütün cemaatlere, bütün dindarlara isnatta bulunmak ve itham etmek gayet kolay ve yüksek getirisi olan bir iş durumunda şu sıralar.
Akademik yıkım uzun vadede bu akademisyenlerin üstlendiği bütün işlerin aksaması ile daha belirgin hale gelecek. Çok sayıda akademik dergi bu aşamada ya kapandı/kapanacak yada kalitesini kaybedecek. Ayrıca akademik yayınlar ve çalışmalar da ciddi anlamda zarar görecek. Üniversitelerden atılan kişilerin profillerin bakıldığında konunun sadece cemaat yada dindarlık değil bir de kıskançlık boyutunun da olduğu görülecektir. Üniversitelerden atılan hocalar üretken ve rekabetçi olmaları nedeniyle çok sayıda rakipleri vardı ve rakiplerini bu şekilde ekarte etmiş oldular. Yoksa Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat Tuncer’in Cemaatten olduğunu iddia etmenin ne kadar absürt olduğunu herkes bilir ama Murat Tuncer gibi hem çok iyi bir akademisyen hem de dindar bir kişiyi ekarte edebilmek ancak bu şekilde olabilirdi. Sonuç olarak bu hocalar birçok zorluklar yaşasalar da elbette iş bulacaklar, yurtdışına çıkabilenler dünyanın her yerinde iyi üniversitelerde çalışabilecekler. Bu yaşananlardan sonra “ülkende kal yada ülkene dön, akademik hayata katkıda bulun” demek zaten mümkün değil, anlamlı da değil. En azından psikolojik kopma ve kırgınlık oluştu. Kaybeden Türkiye ve Türk akademyası oldu ve olacak.



Darbe Sonrası Üniversitelerde Genel Durum

Darbe Sonrası Üniversitelerde Genel Durum
15 Temmuz, çoğunluğun beklediği bir gelişme değildi. Evet, ülkede çeşitli sıkıntılar vardı, fakat hayat bir şekilde devam ediyordu. O akşam yaşananları herkes dehşetle seyretti ve ülkede dönüşü zor büyük bir yıkımın başlangıcı oldu. Neler olacak diye beklerken günler içerisinde akademik camianın hedefe oturtulması, rektörlerin tutuklanması, dekanların topluca istifa ettirilmesi, üniversitelerin kapatılması, akademisyenlerin her kurumdan yüzün katlarıyla açığa alınması, tutuklanması… Akademisyenin darbeyle alakası neydi belli değildi fakat idarenin akademiyle bir derdinin olduğu kesindi.
Türkiye’de çok da güllük gülistanlık olmayan akademik dünyanın havası, 15 Temmuz’un ertesinde iyice gerildi. Birkaç gün öncesine kadar birbirine dostane davranan öğretim üyeleri, bir anda birbirlerine küsmüş gibi konuşmaz oldular. Herkeste ortak ve sessiz bir gerginlik vardı. Akademisyenlere yönelik kıyımların kimi etkileyeceği belli olmadığı için herkes dikkatli davranmaya çalışıyordu. Arkadaşlar birbirlerini aramaya korktular. Bir şekilde aradıklarında da konuşmaları “çok iyiyiz, çok rahatız, çok şükür” benzeri trajikomik cümlelerden ibaretti. Kelimeler kulağa güzel gelse de gerginliğin sesini bastıramıyordu. Whatsapp’taki neşeli paylaşımlar, fotoğraf göndermeler bir anda kesildi. Profillere ayar çekildi. Bazıları profillerini günün havasına uygun demokrasi mitingi fotoğraflarıyla süsledi, bazıları profillerini dışarıya kapattı. Email yazışmaları da azaldı ve telefon konuşmaları gibi karşılıklı “nasılsın, iyiyim”lerden ibaret kaldı. Bazıları tamamen emaillerini ve telefon numaralarını değiştirip üç maymunu oynadılar. Normalde resmi işlemlerde bir derece inisiyatif kullanan, örneğin giriş çıkış saatlerini çok denetlemeyen amirler, bir anda resmi konularda çok titiz oldular. İşe gidip gelenler de bir anda dikkatli bir şekilde kurallara uymaya başladılar. Bazı uyanıklar da bir anda yeni düzenden yana tavır alıp bu dönemi nasıl lehimize çeviririz mantığıyla muktedirlerin yanına yanaştılar. Aynı mantıkla bazıları da başkalarını ihbar edip promosyon kapma derdine düştü. Acı tablonun farklı bir yüzünü, açığa alınan veya göz altına alınıp serbest bırakılanlar yaşadı. En yakın arkadaşları geçmiş olsun diye aramadılar. İş arkadaşları hatırlarını sormadılar, ziyaretlerine gitmediler. Öğrencileri ve asistanları hiçbir tepki vermedi. Zulmün bu akademisyenlere yapıştırdığı suçluluk etiketini, diğer insanlar sağlamlaştırdılar.  
Daha açığa alınanlar ve tutuklananların suçu belli değilken diğerleri neden bu kadar korkuyordu? Herkes aynı anda suçlu olamaz ya, nedir bu korku? Bir toplumu sindirmenin yolu korku salmaktı. Suçsuzları suçlayıp orantısız bir zulümle muamele etmek, diğer suçsuzların da sinip susması için ilk adımdı. Daha önceleri bize rektörlerin tutuklanacağı, dekanların topluca istifaya zorlanacağı ve binlerce akadamisyenin hapse atılıp işten çıkarılacağı bir senaryo anlatılsa “yok artık!” der, inanmayı redderdik. Birkaç hafta içinde ne oldu da bunları kabul eder hale geldik? Her gün bir üniversiteden şu kadar akademisyen tutuklandı şeklinde haberler geliyor, sayılara bakıp geçiyoruz.. Eylüldeki KHK ile bir anda 2346 akademisyen işine sorgusuz sualsiz son verildi. Buna da alıştık mı? Daha ilk adımda korkup ses çıkarmayan, sonra gelecek adımlarda aynı muamelelere maruz kalmayı aslında kabul etmiş oluyor. Ve tekrar bir KHK çıkacağına dair haberleri “acaba benim de ismim var mıdır?” diye beklemeye duruyor. Dile kolay, BİNlerce akademisyen işten çıkarıldı. BİNlercesi ortada bir suç olmadan tutuklandı. Hapishanelerin okumuşluk oranı bir anda tavan yaptı. Üniversiteler bir anda boşaldı… Avukatlar tutukluları savunmak istemiyorlar. Dışarıda kalan aileler perişan… Daha önceleri böyle olaylar yaşanma ihtimalini hayal ettiğimizde gösterdiğimiz reflekslerin körelmemesi lazım. Çünkü kabullenmek ve normal karşılamak sindirilmenin ilk basamağıdır. Zalimin niyeti her halükarda zulmetmek olduğu için masumların onu durdurmak için korkularını aşması gerekiyor. Korkulacak hiçbir şey yok diye meydan okurcasına sağlam durmaları gerekiyor. Korkular aşılmadıkça, sessiz gerginlik havası devam ettikçe zulümler de uzayıp gideceğe benzer.
İkinci bir soru ise, böyle bir ortamda üniversitelerde ne iş yapılır? Herkesin birbirine şüpheyle baktığı, çoğunluğun düşük bir profil çizmeye gayret ettiği, bir yerlerden güç alanların işlerine gelmeyeni sindirmek için karalayıp gammazladığı bir ortamda akademisyenliğin ruhunun gereği olan atılımcılık, yeni fikirler üretme, eleştirme ve düşünme gibi faaliyetler olur mu? Üniversiteler ruhu kaçmış, ölü binalar gibi duruyorlar.
Akademinin durumu bir ülkenin demokratikliğinin göstergesidir. Tarih pek çok kez göstermiştir ki demokrasiden şaşan ülkelerde en çok akademisyenler etkilenir. Türkiye’de tarih bir kez daha kendini tekrarlamaktadır ve demokrasinin ve özgürlüklerin tekrar temini için Türk akademisinde meydana gelen gelişmeler asla kabullenilmemelidir.          

Dr. Zarife Karakoyun’un Mektubu

ABD’den Dönmeyen Bir Akademisyenden Mektup

Türkiye’ye Niçin Dönmedim?
Merhabalar,
Türkiye’de bir tıp fakültesinde akademisyenim. Doçentlik ünvanını kazandıktan sonra bilgi ve görgümü arttırmak ve döndüğümde üniversitemde ihtiyaç olan bazı konuları geliştirmek için ABD’de bir üniversiteye bir yıllığına gitmek istedim. Kurumum görevlendirmemi onayladı. 2016 başında ABDye geldim. Buradaki işime başlayıp düzenimi kurduktan ve tam çalışmaya başladıktan sonra Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Bunun üzerine Yüksek Öğretim Kurulu talimatıyla üniversitem beni geri çağırdı. Bu durumda dönmekle dönmemek arasında tereddütte kaldım ve dönmemeye karar verdim. Sizinle bu yazımda bu kararımı ve bunun gerekçelerini paylaşmak istiyorum. Benim durumumda olan insanların yaşadığı zorlukların anlaşılmasına ve benzer yanlışlarda ısrardan vazgeçilmesine katkısı olursa sevinirim.
Dönmek anlamsızdı çünkü ABDde bir üniversiteden kabul alabilmek için bir yıl öncesinden yazışmalara başlamıştım. ABD, Avrupa ve Avustralya’da onlarca yer ile yazıştım. İçlerinden çok azı olumlu cevap verdi. Olumlu olanlar ile de aylar süren karşılıklı yazışmalar yaptım. Gittiğimde takip edeceğimiz programı, katılacağım araştırma projesini, vize işlemlerini vs. halletmem için defalarca mail teatisi yaptım. Üniversitemin görevlendirmeyi onaylaması için durumum önce anabilim dalımda Akademik Kurulda görüşüldü ve onaylandı. Ardından Fakülte Yönetim Kurulu tarafından görüşüldü ve onaylandı. Ondan sonra da Üniversite Yönetim Kuruluna gitti ve oradan da onay alınarak durum YÖK’e bildirildi. Daha sonra pasaport çıkarma ve vizeye başvuru işlemleri ile uğraştım. Görevlendirme çıkıp da gidiş biraz daha kesinleşince gideceğimiz yer hakkında bilgi toplamak, ev aramak, okul aramak gibi çok çileli süreçlerden geçtim. Anlayacağınız, yurtdışı görevlendirme demek, yurt dışına çıkmadan önce bir yıllık çileli ve sabrı zorlayan bir ön hazırlık yapmak demek. Aktif çabalar ve azimli bir kararlılığa ek olarak ciddi bir maddi masrafı da gözden çıkarmak demek. Kendi üniversitemde elime geçen toplam paranın yarıya yakınından vazgeçmiş olduğum gibi burada çok daha fazla para harcamak durumundayım ama bunu kabul ederek gelmeye karar verdim.
ABDye vardıktan sonra tamamen yabancı bir ülkede tamamen yabancı bir sistem ile karşılaşıyorsunuz. Ev tutmak, araba almak, okul kaydı yapmak gibi işlemlerin hepsi kendi ülkenizden farklı usüllerle yapılıyor ve bir yabancı olarak bunları başarmak için birkaç hendek daha atlamanız gerekiyor. Bana en zor gelen, araba satın alma süreci oldu. Burada şehirler arabalı yaşama göre tasarlandığı için arabasız ekmek bile almaya gidemiyorsunuz ve bu nedenle mecburen araba alacaksınız. Uygun fiyatlı bir ikinci el arabayı günlerce arayıp buluyorsunuz fakat satın almak için eyalet ehliyeti gerekiyor. Onun icin ehliyet sınavlarına girmeniz gerekiyor. Sınavlara kayıt olabilmek için sosyal güvenlik numarası almalısınız. Onu alabilmek için kurumunuzdan mektup almak ve başka bir yere başvurmak durumundasınız…… neyse bu mesele çok daha uzatılabilir ama sonuç olarak yabancı bir ülkeye bir yıllığına da olsa yerleşmek oldukça zor bir şey.
Bir kurum, hele de bir üniversite, çalışanını akademik bir konuda gelişmesi için yurt dışına gönderip niye geri çağırır ki? Olağanüstü bir durum varsa, yeni görevlendirmeler bir süre askıya alınabilir, fakat bunca zahmeti hem kendini hem kurumunu hem de ülkesini geliştirmek için göze almış kişileri geri çağırmanın izah edilecek bir yanı yok. Ne yani 15 Temmuzda birileri darbe girişimi yapmışsa benimle ne ilgisi var? Amerika’dan geri çağrılmamı gerektiren böyle bir bağlantı olabilir mi? Benim hakkımda hiçbir idari ve hukuki işlem yok, suçlama yok vs. ve olması da makul değil. Belli ki YÖK ve üniversite yönetimleri bu kararı tamamen kendilerini garantiye alma mantığı ile vermişler.
Şayet kişi çağrıya uyup geri dönecek olsa, zararını kim karşılayacak? Sadece maddi değil, manevi bir emek var burada. Kişi dönmezse, işinden olmayı göze alacak. Ya daha sonra döndüğünde yeniden iş arayışına girecek ki muhtemelen bir üniversitede iş bulamayacak, ya da yurtdışında kalıp yeni bir hayat kurmaya çalışacak. Her iki ihtimal de ülke için zararlı. Ben öğrenciyken Amerikaya gidip orada doktorluk yapma imkanına sahiptim ama o zaman bunu yapmak istemedim. Çünkü Türkiye’de üretken insanlara ihtiyaç olduğunu düşünüyordum ve ülkemin ihtiyacı varken başka bir ülkeye gidip kalmayı ülkeme bir haksızlık gibi algılıyordum. Ama kaderin bir cilvesi olarak hayatımın daha ileri döneminde bunu yapmak zorunda kalıyorum.
Bugünlerde uluslararası medyada Türkiye’den yurtdışına akademik göç başladığı yazılıp çiziliyor. Bunun en önemli sebebi son aylarda sorgusuz yargısız binlerce akademisyenin isim listeleriyle afişe edilerek ihraç edilmesi ve geride kalan kimsenin kendi geleceğinden emin olamamasi olsa gerek. Akademik dünya, çok fedakarlık ve üretkenlik isteyen bir alandır ve bu alanda görevli olanlar bu kaygıları taşıdığı sürece işlerini olması gerektiği şekilde yürütemez. Burada aklımıza İbn-i Sina’nın muhteşem sözü geliyor “İlim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer”. Herhalde bugün yaşadığımız bu süreç bunun en çarpıcı örneği.
Diyelim ki döndüm. Medyada yeni bir KHK hazırlığından bahsedilirken, kurumlara KHKyı dolduracak isimleri vermeleri icin tepeden baskı yapılıyorken, bu baskı sonucu iş arkadaşları birbirlerini gammazlayarak kendilerini kurtarmak için çabalıyorken ben nasıl akademisyenlik yapacağım? İşimi garantiye almak için birilerinin tarafında durmak veya durmayı kendime yediremiyorsam sessiz ve silik bir görüntü çizerek saklanmak zorunda kalmayacak mıyım?
Bütün bu sebeplerle şu anda dönmek makul gelmiyor. Benim gibi çağrılıp da dönmeyen yüzlerce, belki de binlerce akademisyen var. Bunların her biri Türkiye için yetişmiş beyin gücünün kaybı anlamına geliyor. Doçent olana kadar bir kişiye ne kadar masraf yapılıyor, emek harcanıyor? Daha da önemlisi bu kişilerin aynısını yetiştirmek en az yirmi yıl gerektirir. İdarecilerin hataları yüzünden Türkiye gibi ülkelerin harcadığı para ve emekle gelişmiş ülkeler hazır üretken beyinler kazanıyor. Uzun eğitim süreçlerinden geçen kişilerin tam da verimli hale geldikleri dönemde ülke onları kaybediyor. Her bir akademisyen, yüzlerce öğrenciye ve onlarca araştırma görevlisine hizmet veriyor. Üniversite sayısını arttıran, akademisini geliştirmek isteyen bir ülke neden öğrencilerinin eğitimini bu kadar sekteye uğratır ki? Tıpçı akademisyenler düşünüldüğü zaman, zarar, üniversite hastanelerine ve dolayısıyla uzman düzeyinde sağlık hizmetine ihtiyacı olan hastalara da yansıyor. Peki bu kaybın sorumlusu yada sorumluları kim acaba?
Kişiler açısından bakarsak, yabancı bir ülkede tekrar aynı konumda tutunmaları çok uzak bir ihtimal. İyi bir konuma gelecek olsalar bile bu epeyce yıl kaybı demek. Muhtemelen sınavlara yeniden girmek, yeniden asistanlık yapmak, dile alışmak gibi sebeplerle akademik hayatları en az 2-3 yıl kesintiye uğrayacak. Kendi ülkesinde araştırma yapmak, yayın yazmak, öğrenci yetiştirmek gibi işlerle geçirilecek yıllar denklik almakla, oturum izni istemekle, dil öğrenmekle geçecek. Bununla beraber, mesleğini yapma yolunu bulamayıp pizza dağıtan, kargo dağıtan akademisyenler de yok değil. Bu insanların bu halde olmasına sebep olan zihniyetin eğitimle ve eğitimli kişiyle arasının iyi olmadığı kesin…

Ülkemdeki haksızlıkların son bulması dileğiyle,

Doç. Dr. Zehra Aydın

  

AKP’nin Üniversite Karnesi Üzerine Kısa Bir Yolculuk

AKP’nin Üniversite Karnesi Üzerine Kısa Bir Yolculuk

AKP’nin ülkeye kazandırdıkları ve kaybettirdikleri elbette tarihe geçecektir. Ama bize düşen de tarihe not düşmek olmalıdır. Tarihi günler hatta tarihte pek yaşanmayan günler yaşıyoruz. Bildiğimiz kadarıyla tarihte hiçbir hükümet hatta hiçbir işgal gücü bir gecede 15 üniversiteyi kapatmadı, belik Hitler bile bir günde binlerce akademisyeni sokağa atmadı ve bunlardan binlercesini gözaltına aldırıp hapse attırmadı. Bu yönüyle mevcut iktidar elhak tarihe geçmiştir ve eğer içlerine siniyorsa bununla ne kadar övünseler azdır. AKP’nin akademyaya verdiği zarar elbette bununla sınırlı değil. İktidara geldiklerinden itibaren giriştikleri yeni üniversite kurma işini abartarak Hakkari ve Şırnak’a bile üniversite kurup tek profesörü olmayan fakülteler açmaları, sonra bu iki şehri il olmaktan çıkarmaya kalkışmaları herhalde başka fanilere nasip olmaz.
Erdoğan’ın eğitimle başı pek hoş değil ve bu durum kendi hayat sergüzeştinden gelen bir durum olabilir. Keşke bilmediği bu alanda bilenlere kulak verseydi. İktidarda oldukları dönemde hayata geçiremedikleri birçok arzuları oldu ama bu arzular anlaşılıyor ki pek de hayırlı şeyler değildi.
İktidarının ilk sekiz yılının bir kısmında Cumhurbaşkanı kendi partisinden değildi ve kendisini kısmen dengeleyecek akademik birikimi olan Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener gibi isimler yönetimde etkili idiler. Bu fren mekanizmalarının devreden çıktığı 2011 sonrasında işler hızla çığırından çıktı. 2011 sonrasında yapılan ve tarihte nadirler arasında sayılabilecek icatlardan üniversitelerin payına düşen çok azını irdelemeye çalışalım. Mesela 2011’deki torba yasa ile üniversitelerden öğrencilerin atılmasını tamamen kaldırdılar. Gezi olayları başlayınca zamanın Başbakanı bunu ağır şekilde eleştirdi ve sanki bunu başkası yapmış gibi etrafa saydırıp döktürdü. Bu torba torba kanunlarla bir anda üniversitelerde mevzuat darmadağın oldu ve bütün mevzuatın elden geçirilmesi gerekti. Ama dostlarımız orada da durmadılar. Önceki kanunda bir süre tanıyarak verdikleri aftan yararlanma hakkını sonsuz hale getirdiler. Aradan dört yıl geçtikten sonra bu defa YÖK’ün yönetmeliği ile 2011 öncesinden daha beter sıkı bir düzenlemelere gittiler. Bütün bu düzenlemeleri yaparken sanırım uyuyorlardı veya neyi niçin yaptıklarını bilemez durumdaydılar. Daha önce hiç üniversitede çalışmamış ve dışardan doçentlik almış kişileri profesörlüklerinin ikinci ayında yeni kurulan bazı üniversitelere rektör yaptılar. Üniversite hastanelerini düşman kuruluşlar gibi algılayan bir Sağlık Bakanı vardı ve yapılan uygulamalar nedeniyle birçok üniversite hastanesi battı, bazıları Sağlık Bakanlığına teslim oldu, afiliasyon denen garip bir uygulamaya razı oldular.
2011’den sonra AKP çevrelerinde inanılmaz bir yeni YÖK Kanunu yapma hevesi başladı. Esas amaç üniversiteleri Partinin İl Başkanlığına bağlı hale getirmekti ve akademik çevrelerden birçok kişi bunun farkında olduğu için ayak sürüyordu. YÖK’ün hazırladığı taslağı beğenmediler ve kendileri partiye daha uygun bir tasarı hazırlama işine giriştiler. Bu arada YÖK üniversitelerden de görüş aldı ama bir türlü “nasıl yapılırsa daha kullanışlı bir üniversite olacağına” karar veremediler. Sonra anlaşıldı ki Reis kendi pozisyonunun netleşmediğini düşünerek kanunu sürüncemede bırakmıştı. Nitekim kendisi Cumhurbaşkanlığına dümen kırınca bu kanun değişikliği işi de rafa kalktı.
Esas ağır hasar 17 Aralık sonrasında yaşanmaya başladı. Hizmet Hareketi ile ilgili olduğu düşünülen her şeyi yok etmeye karar veren Reis ve yeni müttefikleri bütün hukuk kurallarını hiçe sayarak saldırıya geçtiler. Sonradan kapatılan 15 üniversite de bu tarihten itibaren bundan nasibini aldı. Başlangıçta YÖK Başkanı Çetinsaya kısmen objektif davranmaya çalıştı ama O’nun da etkisi ve yetkisi sınırlıydı. Daha önce tamamen hukuk çerçevesinde hazine veya belediye arazilerini satın alıp bina yapan üniversitelere bir anda gasıp muamelesi yapılmaya başlandı. Belediye imar planları keyfi olarak değiştirilerek elden geldiğince üniversiteler engellendi. 17 Aralıktan 1013’den itibaren tam iki buçuk sene yıldırma, engelleme, yok etme çalışmaları devam etti. Reklam panosu vermemekten üniversitenin bulunduğu semte belediye otobüsü göndermemeye kadar akla gelen her şey yapıldı. Örnek olarak Fatih Üniversitesinin her şeyi hazır olan hastane projesi belediye tarafından defalarca engellendi. Saldırının temposu gün geçtikçe artırıldı. Başta Mevlana Üniversitesinin Rektörü dahil birçok öğretim üyesi ve daha sonra Şifa Üniversitesinin Rektörü ve bazı idarecileri saçma gerekçelerle gözaltına alındı. Bir kısmı tutuklandı. Fatih Üniversitesinin Rektörü gelen dalgayı hissedip ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Devlet Üniversitelerinde durum bundan farklı değildi. Hizmet Hareketine yakın olduğu varsayılan ya da bir şekilde AKP’lilerle çatışan, onların çarkını çevirmeyen rektörler hedefe konuldu. Burada ne hikmetse özellikle üniversitelerinde bölücü ve sol kadrolarla çatışma yaşayan rektörler öncelikle ve yoğun şekilde saldırıya uğradılar. Zaten üniversitelerde Hizmetle bir şekilde teması olmayan muhafazakar da pek yoktu. Kiminin çocuğu kiminin kendisi bir şekilde Hizmetle temas etmişti. Bir şekilde birisinin çarkını bozan her yönetici “paralel” oldu ve saldırılardan nasibini aldı. Artık ülkede her şeyin endazesi bozulduğu için ne kadar menfaatçi, dolandırıcı ve üçkağıtçı varsa hepsi cemaat-savar rolüne soyunarak üniversitelere saldırmaya başladılar. Rektörler; “troller, yandaşlar, parti komiserleri ve yalaka iftiracılarla” “vicdanları” arasında kaldılar. Bütün üniversitelerde akademik kariyerindeki parlak başarıları ile bir yerlere gelebilen ve biat etmeyenler damgalandı, dışlandı ve pozisyonlarını kaybettiler.

Şimdi ortaya çıkan manzara tam bir tayfun sonrası enkaz durumudur. Bu korkunç yıkımın tipik yansıması hiçbir iş yapmamanın en makbul olmasıdır. Onlarca tıp kökenli profesörün olduğu bir Tıp Fakültesinde dekanlığa tıpçı olmayan birinin getirilmesi bunun tipik bir örneğidir. Tabii ki akademik üretimin ne kadar zarar gördüğünü ve Türkiye’nin akademik sıralamalarda nerelere ineceğini ancak gelecek yıllarda görebileceğiz. Bu dönem üniversitelerde adım adım “akademinin yok oluşu” olarak işliyor. En iyi beyinlerini ülkeden kaçıran, işten çıkaran ve hapse atan bir ülkenin atılım yapmasını nasıl umuyoruz? Herhalde bizim en önemli problemlerimizden biri hiçbir konuda rasyonel olamayışımızdır. Üniversitelerimizde de bütün diğer alanlarda da liyakatın esas alındığı günleri görmeyi umut ediyoruz. 

Türkiye’de Yaşanan Akademik Soykırım ve Kuzuların Sessizliği

Türkiye’de Yaşanan Akademik Soykırım ve Kuzuların Sessizliği*
Türkiye 15 Temmuz 2016’da “garip ve sıradışı” bir darbe girişimi yaşadı. Ancak sanıldığı gibi darbe başarısız olmadı, bilakis darbe fazlasıyla başarılı oldu ve Erdoğan ve ekibi istedikleri bütün icraatlarını yapacak ortamı elde ettiler. Zaten böyle garip bir darbe girişimi de ancak bunun için yapılabilirdi. Gelin bunun son iki yıldaki kısa geçmişine bakalım. Erdoğan ve müttefikleri 15 Temmuz Darbesinden çok önce üniversitelere yönelik icraatlarına başladılar ve adım adım vites yükselttiler. Daha Cumhurbaşkanlığının ilk aylarında YÖK Başkanı Prof. Çetinsaya’yı görevinden aldı ve yerine kendisine daha itaatkar olacağını varsaydığı Prof. Yekta Saraç’ı atadı. Bu dönemde bazı rektörler basit gerekçelerle görevden alındılar ve akademya için 2016’nın ilk aylarından itibaren çember daralmaya başladı. Hedefte Hizmet Hareketine yakın olduğu varsayılan 15 üniversite ve bütün üniversitelerde çalışan ve Hizmet Hareketine sempatisi olduğu varsayılan akademik ve idari personel vardı.
Hedefe konan 15 vakıf üniversite yandaş ve tetikçi kalemler tarafından açıkça hedef gösterildi ve YÖK Başkanı tehdit edilerek gereğini yapması için göreve çağrıldı. Ancak eldeki kanunlar ve yönetmelikler bu konuda YÖK’e sınırlı yetkiler veriyordu. Bu problem Sulh Ceza Hakimliklerinin olağanüstü kıvrak yorumları ile aşılmaya çalışıldı. Burada da diğer alanlardaki kayyım uygulaması ile paralel bir seyir takip edildi. Ardı ardına bu üniversitelerin kurucu vakıflarına kayyım atanmaya başlandı. Kayyımlar önce vakıf yönetimine el koydular sonra da üniversitenin mütevelli heyetini hukuksuz şekilde görevden aldılar. Yeni oluşturdukları üniversite mütevelli heyetleri de (ki kayyımlar kendilerini de genellikle bu heyete koymayı ihmal etmediler) üniversite rektörünü ve dekanları görevden aldı. Bu uygulamalar atanan kayyım heyetinin kalitesi ve yaklaşımına göre farklı şekillerde cereyan etti. Sureta hukuka uydurulmaya çalışılan bu uygulamalarla neredeyse hedefteki bütün üniversitelere el konmuş olmasına rağmen Reis ve çevresi asla tatmin olmadı. Demek ki bu kurumları tamamen yok etmek istiyorlardı ve bu da çok zaman gerektiren bir süreçti.
Ne tesadüftür ki bu sırada 15 Temmuz Darbe kalkışması “Allah’ın bir lütfu olarak” imdatlarına yetişti. Aslında içerde ve dışarda çok sıkışmışlardı ve darbe sonrası yaptıklarını darbe öncesinde yandaş kalemleri madde madde sayıyorlardı. Mesela “15 üniversite kapatılacak, üç bin kadar subay ordudan atılacak, beşbin hakim/savcı görevden uzaklaştırılacak vs.” diye yazıp çiziyorlardı. Darbe teşebbüsü ile tam da bunlara imkan sağlayan bir ortam doğdu. Artık bir kısım muhalefetin de koşulsuz desteği ile Olağanüstü Hal İlan edildi ve tarihte hiç örneği görülmeyen Kanun Hükmünde Kararnameler çıkarılmaya başlandı. Sanki bu üniversiteler darbe yapmış yada darbeyle en küçük bir ilgileri varmış gibi bir gecede binin üzerinde okulla beraber 15 üniversiteyi kapatıp yok ettiler. Bu uygulamalar maalesef hız kesmeden devam ediyor.  En eski ve köklü olanı Fatih Üniversitesi kuruluşunun 20. Yılında Türkiye’nin en itibarlı vakıf üniversitelerinden biri idi. Türkiye’de en yüksek oranda yabancı öğrencisi olan üniversite idi, adeta Birleşmiş Milletlerin küçük bir numunesi olan bu kurum Karakuşi bir kararla yok edildi. Kapatılan üniversitelerin toplam olarak 65 bin öğrencisi ve onbinlerce çalışanı vardı. Bu kurumlarda çalışan akademik ve diğer personel hiçbir kanuni hakkı ödenmeden kapıya konuldu. Ardından bunların bir kısmı cadı avına maruz kaldı, gözaltına alındılar ve bir kısmı tutuklandı.
Darbe sonrasındaki pazartesi günü YÖK Türkiye’deki bütün üniversitelerdeki bütün dekanları istifa ettirdi. Gözden çıkardıkları hariç bütün rektörleri darbeden sonraki pazartesi Ankara’ya çağırarak talimatlarını verdiler. Bu talimatlarda Hizmet Hareketi ile ilgili olduğu düşünülen kişilerin hızla fişlenmesi ve açığa alınması vardı. Zaten aynı gün dört rektörü görevden aldılar ve ardından bunların üçü gözaltına alındı. Yaklaşık iki sene önce dönemin Başbakanı’nın “yapacağız” dediği cadı avı istediği kıvama ulaşmış oldu. Türkiye’de resmi rakamlara göre kamu üniversitelerinde çalışan 4500’den fazla akademik personel açığa alındı ve bunlar peyderpey gözaltına alınmaya başlandı. Şu ana kadar bunlardan binlercesi gözaltına alındı. Gözaltına alınan birçok öğretim üyesi tutuklandı. Bu rakamlar her geçen gün arttığı için kesin sayı vermek mümkün olmamaktadır. Tutuklama gerekçeleri “darbeye teşebbüs, terör örgütü üyeliği” olarak gösterilmektedir. Hukuki açıdan bu kişilerin nasıl darbe teşebbüsünde bulunduğu açıklanamamakta, sadece bir kişinin bile “bu cemaattendir” demesi yeterli delil kabul edilerek tutuklamalar yapılmaktadır. İnsanlar sadece düşünceleri nedeniyle “terörist” muamelesine maruz kalmaktadır.
Başta CHP ve MHP olmak üzere sözde muhalefet olduğunu iddia eden çevreler bu hukuksuzluklara destek olmaktadır. Bütün solcu/laikçi/bölücü medya Hizmet Hareketine yapılan her hukuksuzluğu tasdik etmekte yarışmaktadır. Oysa “suçun şahsiliği” ve “masumiyet karinesi“ en temel hukuk kuralıdır ve en ilkel toplumlarda bile bir esastır. Bu darbenin Hizmet Hareketi tarafından yapıldığını, bu nedenle hizmete sempatisi olan herkesin bu muameleyi hak ettiğini iddia edenlere çok basit bir soru sormak yeterlidir. Acaba bu darbeciler Atatürkçü olsalar bütün Atatürkçü akademisyenleri işten atmak ve gözaltına almak mı gerekecekti? Kendileri buna onay verecekler miydi? Moğolların yada yamyamların Türkiye işgal ettiğini düşünsek bile herhalde onlar en son üniversite hocalarını gözaltına alırlardı. Tarih boyunca bütün zalimler ve zorbalar fikirlerden ve fikir üretenlerden korkarlar. Şimdi de tiran olmaya yeltenen birisi aynı yolu izliyor ama sonuç gene değişmeyecek.

Fikirler zorla yok edilemez. Hizmet Hareketi’nin bir darbeye kalkışması yada darbeyi desteklemesi asla söz konusu olmadığını herkes bilir. Kaldı ki darbeye kalkışanları kimse savunmuyor ve darbeyle hiç alakasız insanların gözaltına alındığı ve tutuklandığı aşikar iken en tarafsız olduğunu iddia eden medya organları bile “darbe soruşturması” diye başlık atıyor. Asıl üzücü olan hukuksuzluklara destek olmak hususunda bu kadar ilkel bir yaklaşım gösteren sözde demokrat çevrelerin durumudur. Bölücü veya solcu fikirlerinden dolayı açığa alınan bir akademisyen için “cadı avı” başlığını atanların diğerlerinin tutuklanması karşısında için tek kelime eleştiri getir(e)memesi çifte standardın daniskası olarak kayıtlara girmektedir. Demek ki Türkiye’de hala herkes kendine demokrat olma noktasında duruyor. Umarım ki ileride bu yaptıklarından utanma fırsatı bulurlar ve onayladıkları bu hukuksuzluklar kendi başlarına da gelmez. Zira onları savunacak hiç kimse bulunamayabilir.