24 Temmuz 2017 Pazartesi

Türkiye'de Bilginin Ölümü

Türkiye'de Bilginin Ölümü
Dr. Selim Sağlam

Üzülerek görüyoruz ki Türkiye’de bilgi öldü ve bilmek bir dezavantaj haline geldi. Akademik kariyer yapma, iyi eğitimli olma ve başarılı bir öğrenim ve iş hayatının olması artık bizim toplumda ne yazık ki her an “FETÖ” suçlamasına maruz kalma riski taşıyor. Yaşanan sürecin evrildiği bu vaziyeti bir tarafa not edip bunun köklerine bakmaya çalışalım. Bütün dünyada uzmanlara tepki gösterme yönünde bir eğilim olduğu söyleniyor, buna bir örnek olarak ABD’de Trump’ın seçilmesi gösteriliyor ama bizdeki biraz daha farklı. Bilginin ve ihtisasın tu kaka edilme meyli internet ve akıllı cep telefonlarının yaygınlaşması ile de irtibatlı ancak bunu etkileyen daha çok faktör var. Son yirmi-yirmibeş yılda çok sayıda özel televizyonun yayın hayatına girmesi ve çok aykırı fikirlerin tedavüle sokulması bu vetireyi tetikleyen faktörlerden biri oldu. Sayıları “çok” görülen bu televizyonların “her fikre açık olduğu” ve “artık bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu” fikri toplumda revaç buldu. Dolayısıyla da, hakikaten bir konunun uzmanı olmanın pek de ciddiye alınacak bir değeri olmadığı fikri yerleşmeye başladı. Belki de televizyon kanallarına çıkıp heyecanla ve gayet kendilerinden emin bir ses tonuyla konuşan önemli bir kısmı “iliştirilmiş”, “yandaş” ve “oryante” çok sayıda Alev Alatlı’nın deyimiyle “özuzman”ın hakikaten bu konunun “uzmanı” olup olmadığının nasıl ayrılabileceği meçhul olduğu için sıradan vatandaş ya hepsine kulak tıkadı veya daha tumturaklı konuşanları dikkate almaya başladı. Burada “sokaktaki vatandaşın uzmanları derecelendirmesini beklemeli miyiz” yada “uzmanlık gerektiren konular televizyonlarda ne ölçüde sağlıklı tartışılabilir” soruları sorulabilir. Sonuçta bilgiye ulaşma kanallarının görünüşte çoğalması toplumun daha bilgili olduğu bir evreye geçişini sağlamadı ve sanki “gerçek bilgiye olan saygıyı” azalttı veya ortadan kaldırdı.
Türkiye’de yaşanan diğer bir süreç de eğitim ve akademik başarının hak ile yeksan olmasıdır. Bütün ülkelerde iyi bir yüksek öğretim alt/alt-orta tabakadan gelen gençlerin toplumun üst katmanlarına yükselmesinde en önemli yoldur ve yüksek motivasyonlu kabiliyetli gençler bu sayede toplumda öne çıkabilir ve iyi konumlara gelebilirler. Bu durum Türkiye’de de benzer bir yol izledi, bu geçişkenlik uzun zamandan beri  özellikle toplumda ağırlıklı orta ve-orta üst tabakada olan ve kendilerini devletin/sistemin sahibi olarak gören laikçi/sosyal demokrat kesimde ciddi bir kızgınlık ve gerginlik oluşturuyordu. Kendilerine merkez diyen bu kesimin epeycesi serbest rekabetten, merkezi üniversite sınavından vs. zaten pek hazzetme(z)di ve çevreden gelen kabiliyetli ve yüksek motivasyonlu gençlerin, kendi kanallarından geçmiyorsa, bir yerlere gelmesinden hiç mutlu olma(z)dılar. Demokrasiye geçildikten sonra alttan gelen bu yüksek motivasyonlu gençlerin önünü nasıl keseceklerini bir türlü bilemediler ve bu içlerinde önemli bir tartışma konusu oldu. Gerçekten demokrat ve insan haklarına saygılı olanlar bu tarz bir ayrıma karşı çıkarken önemli bir kısmı da “her ne pahasına olursa olsun kontrölü kaybetmemek gerektiğine” inanıyordu ve bunun alt yapısını oluşturmaya çalışıyordu. Bunun can yakan uygulamalarını 1980’lerin başından beri, ordudan atılan subaylar, Askeri Okullar ve Polis Okullarından atılan öğrenciler ve kamu hizmetlerinde ve üniversitelerdeki başörtüsü yasakları ile verdiler. Siyaset alanındaki kavgalarda bunun gölgesinde geçti.
Son on yıllık sürede, özellik bu çevrelerin üflediği, “sorular çalındı, çalınıyor”, “belli yerlere sadece cemaatlerden, tarikatlardan olanlar girebiliyor”, “üniversiteleri ele geçirdiler” vs. şeklindeki sistemli propagandanın amacı da bu geçişkenliği engelleyerek toplumun dönüşmesine mani olmaktı. Bu engelleme mekanizmalarını devreye koyabilmek ve önce kendi mahallelerini ikna edebilmek için kendilerince “ahlaki” bir temel oluşturmak amacıyla bu söylemleri çoğaltıp yaydılar ve bu propagandaların toplumda kesinlikle karşılık bulmasını sağladılar. Bu propagandaları istihbarat örgütlerinin çok yaygın kullandıları gri propaganda yöntemleriyle yaptılar. Bu konuda birden fazla akademik tez yapılsa yeridir ve umarım ki birileri bir gün bunu yapıp kamuoyu önüne koyarlar.
Aslında sosyolojik olarak bir merkez-kenar çekişmesinin yansımaları hayatın bütün alanlarında devam etti ve en son örneklerden biri olarak 2007 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 2008 Parti Kapatma Davası ile kendini belli etti. Kariyer mesleklerinde her zaman yüksek rekabet ortamı vardır. Üniversiteler, ordu, emniyet, yargı, mülki amirlikler, yüksek dereceli devlet memurlukları gibi alanlarda her zaman ciddi bir çekişme vardır. Önemli bir okulu (mesela Harp Okulunu) dereceyle bitiren ilk üç kişinin mutlaka daha sonra çok kritik bir yere geleceğini bilmek için kahin olmak gerekmez. Şayet siz o okulu üçüncülükle bitirdiyseniz önünüzdeki iki kişi bir şekilde çekişme yaşayacaksınız demektir. Bu nedenle rekabetin yüksek olduğu yerlerde bu tarz karalamalar sıklıkla olur ve bu konularda herkes dikkatlidir.
İkibinli yıllara gelindiğinde eğitim sahasında sözde merkezdekiler (siz buna laikçi, Kemalist ve Ergenekon uzantıları diyebilirsiniz) tamamen yenilmişlerdi, kenardan gelenler çok başarılı bir performans gösteriyordu ve kendilerinin bunlarla rekabeti gün geçtikçe zorlaşıyordu. Tam da bu dönemde başka bir söylem devreye sokuldu, “bu başarılar acaba başarı mıydı?” Konu sosyal medyada, bloglarda vs. muhafazakar kimlikli kişiler de devreye sokularak incelikle işlendi ve diğer insanların mağdur oldukları tezi belli bir kesime mal edildi. Daha AKP hükümetinin ilk yıllarından başlayarak herşeyi “cemaatin kontrol ettiği” söylemleri gayet iyi pompalanarak kariyer mesleklerinde yükselen herkesin “cemaatin dokunması” ile yükseldiği şeklinde bir dedikodu yayıldı ve birçok kişiyi ikna etmekte de başarılı oldu. Alltan alta telkinlerle başlayan ve gittikçe kuvvet bulan “herşeyi cemaat kontrol ediyor”, “kendi adamlarına soruları veriyorlar” türü propagandalar kamuoyunda zannedildiğinden daha fazla etkili oldu. Buna 2013 sonrası Havuz Medyası dediğimiz güruhun bodoslama püskürttüğü iftira, yalan ve karalamaları da eklediğinizde toplumda eğitilmiş ve başarılı olmuş insanlara karşı inanılmaz bir ön yargı ve küçümseme ortaya çıktı. Bu propagandalarla iyi eğitimin, çok çalışmanın ve başarılı olmanın bir önemi olmadığı, herşeyin devlet içinde etkili yerlerde bağlantılarınızın olmasıyla halledildiği kamuoyuna iyice telkin edilmiş oldu. Öyle ki kendisi cemaatin içinde olan insanlardan bile buna inanan ve “niye ben cemaatin içinde olduğum halde bundan mahrum kalıyorum” diye küsüp cephe alanlar oldu.
Bu yaşanan prosese parelel başka bir proses daha yaşandı ve sonuçları bugünlerde artık iyice gün yüzüne çıktı. Bu; “iyi eğitimli olmanın” sanıldığı gibi bir öneminin olmadığı, matah birşey olmadığı, doğru dürüst okula bile gitmemiş insanların ülkeye daha fazla hizmet ettikleri vs. şeklinde bir kanaatin topluma yerleştirilmesi oldu. Son onbeş yılda yapılanlar iyi eğitim veren okulları bir anlamda devre dışı bıraktı. Her şehire üniversite açılması ve neredeyse her lise mezununun üniversite okuyabilmesi (bilimsel tabirle ünivesiteleşme oranının yükseltilmesi) ülkede birçok problemi çözecek diye düşünüldü. Bu amaca matuf olarak ilçelere varacak şekilde hiç altyapısı olmayan üniversiteler yada bağlı fakülte ve yüksekokullar açılarak milyonlarca gencin buralardan diploma alması sağlandı. Artık zorlu süreçlerden geçip üniversite kazanan ve bitirdiğinde alanında parmakla gösterilen gençler yerine parasını ödeyerek (özel üniversitelerde veya ikinci öğretimde) eğitim alan ve mezun olduğunda iş bulma şansı hemen hiç olmayan bir nesille karşı karşıyayız. İşte burada siyaset devereye girerek bu gençlerden iyi eğitim alanı değil kendi yandaşı olanı tercih etmeye başladı. Bu durum daha önceki dönemlerde de vardı ama üniversiteye girmek ve mezun olmak zorlu süreçler gerektirdiği ve mezun sayısı sınırlı olduğu için bu denli ciddi bir problem yaşanmıyordu. Problemler yaşanmaya başlandığında ise Ecevit’in Başbakan olduğu dönemde KPSS uygulaması devreye sokuldu.
Eğitimlileri ve iyi eğitimi aşağılayan bu propagandayı yapanların amacı belki bütün eğitimlileri gözden düşürmek değildi. Onlar sadece “the cemaati yada dini grupları” hedef alıyorlardı ama bu nihayetinde vazonun kırılması ile sonuçlandı. Bu tepkide; kendi tembelliklerini, başarısızlıklarını ve yetersizliklerini örtme meylindeki lümpen yaklaşım belki de en önemli faktördü ama kimse kendi tembelliğini yada eksiklerini görmek istemedi. Geçmişte Zülfü Livaneli’nin çok kullandığı “orta zekalılar” sözü vardı, ben fazla fonksiyonel bulmadığım için kullanmak konusunda mütereddidim.  Ancak bu yaşanan süreci ifade için uygun kelimeler aramamız gerektiğini düşünüyorum. Burada problem zeka düzeyinden çok ahlakla ile ilgili olabilir. Hırsları akıllarının, güçleri eğitimlerinin önüne geçmiş insanların ne kadar tehlikeli olabileceğini yaşayarak görüyoruz ve göreceğiz anlaşılan. Şimdi milyonlarca üniversite mezunu işsiz ve motivasyonsuz gencimiz var. Daha da kötüsü bu gençlere iyi eğitim almak, yüksek puanla sınav kazanmak vesairenin anlamsız olduğunu, mutlaka siyaseten etkili çevrelerden destek bulmaları gerektiğini öğretmiş olduk. Hakikaten en küçük devlet memurluğundan kamu üniversitelerindeki yüksek lisans sınavlarına kadar hepsinde mülakat devreye girdi ve merkezi sınav puanlarınızın yüksek olması bir avantaj olmaktan çıktı.

Bu durum ülkenin geleceğine nasıl yansıyacak diye sorulabilir. Bunun için benzer süreçleri yaşayan ülkelere bakmak yeterlidir. Parti devleti hüviyetine bürünmüş bir Türkiye daha önce parti devleti olan ülkelerin ligine düşüp orada top koşturacaktır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder